HABİL YAŞAR/ÖLÜM

Ölüm (Ecel çağrısı)

                                             

Ölüm… Her şeyin yıkılacağı bir süreç, ölümlülükten sonsuzluğa geçişin başlangıç ​​noktası. Her canlının kaderinde yazılı olan ve onu bozmanın mümkünsüz olduğu nokta. Yaratılmışların her biri, yaratıldığı andan itibaren ona doğru gidiyor, yolun diğer tarafında ölüm bekliyor herkesi. Ondan kurtulmak mümkün olmadığı gibi, onu düşünmemek de mümkün değildir.

“Ölüm” denilen bir sonun varlığını bilerek onun varlığını bir an bile düşünmeyen bir canlı, bir birey bulamazsınız. Sonuçta bir insan nasıl olur da bu kara gücün varlığının farkına varıp da ona kayıtsız kalır, onu ömür boyu acıya çevirip  kendine eziyet etmez, ister az ister çok ister üzücü ister neşeli olsa da yaşamak ister, sadece yaşamak.

Ölüm kapımızı çaldığında, bir saniye bile yüzlerce yıl kadar kıymetli, hiçbir ölçüye gelmeyecek kadar tatlı ve ulaşılmazdır. Bu karşıtlığın sırrı nedir merak ediyorum, neden ölümün bize her an, her saniye yaklaştığını hissederek yaşamak, yaratmak, kısacası bize verilen bu hayatın hiç sonunu istemeyerek yaşamak ilgisi, yaşamak arzusu?

İnsan bir kez doğar ve bu gün bir daha tekrarlanmayacak. Bugün yeri doldurulamaz. Geriye kalan her şey tekrarlanacak. Doğum günleri, bayramlar, işler, özetler, aynı sevinç, aynı acılar. Ama tek bir şey tekrarlanmayacak, sadece bir şey: Doğum günü. Bu gün bize hayatta verilen en büyük, en tatlı hediye. Acı ve üzgün olmasına rağmen  kim doyabilir ki, ondan… Bu güzellikten bahsederken bir kavramın hayal edilip, gözlerimizin önünde bir nebze canlanması bile yaratılışın kalbini sarsıyor, vücudunu kan, terle dolduruyor ve onu heyecanlandırıyor.

Bu kavram ölümdür. Ölmeden önce ecel çalar kapımızı , ecel çanının sesi gelir kulaklarımıza. O bizlerden, kendimizden bağlı olmayarak, öyle zamanda bizi yakamızdan yakalayabilir ki ne bileyim, en sevdiğimiz çağımızda, neşemizi burnumuzdan getirip bizi perişan edebilir. Ruhumuzun derinliklerine işleyip umudumuzu yok edebilir. Ecel… Kaçınılmayacak tek kavram.


İster doğuda olun ister batıda ister dünyada olun ister Mars’ta, yakalayacak o sizi,  mutlaka yakalayacak ve yakaladığı zaman hayatınıza son verecek, bu son sizin ölümünüz olacaktır. O ölüm ki sen onu düşünürdün, korkuyordun ondan. Ama yakaladı seni, buldu. Sana verilen ömür payı bozuldu. Bu günün yarınları gelmeyecek, gölgen bile seni takip etmeyecek bir daha, sana en yakın olan, hayatının mekanizması olan kalp bile senden vazgeçecek, atmayacak bir daha ve sen sanki  yokmuş gibi olacaksın. Bu konuda endişelenmenize gerek yok çünkü bu yokluk size zarar vermeyecek. Çünkü sen bir hiç olacaksın, dünyadaki en küçük moleküller ve iyonlar olacak ama sen, sadece sen olmayacaksın. İşte budur ölüm, işte budur ecel! İnsanı yakan, üzen de budur. İnsan bunu kendi içinde sindiremez, bu konuda konuşmak istemez. Bazı nedenlerden dolayı kıskanıyor yaratılışın bu tür yıkımını.

Düşünün ki ölümünüzden, evet, tam olarak senin ölümünden sonra hayat devam edecek, güneş her sabah dünyayı selamlayacak, yıldızlar pırıl pırıl parlayacak, dalgalar denizlerde kükreyecek, kuşlar ötecek, kısacası doğa, zarafetiyle insanları, genel olarak tüm canlıları büyüleyecek, nasıl kıskanmazsınız bu güzelliği? İşte budur insanın zayıflığını gösteren! Bunun kanıtı ölümdür. Ama tekrar ediyorum, ölümün var olduğunu bilerek yaşamak istiyoruz ve yaşayarak da her an ona doğru ilerlediğimizi anlıyoruz.

Bu bir soruyu gündeme getiriyor. Ne için yaşıyoruz? Bu gerçeği anladıktan sonra neden yaşamak istiyoruz? Çünkü yaşama arzusu, ölüm nefretinden daha büyük, daha güçlüdür. Öyleyse, yaşasın yaşama arzusuyla yaşayanların varlığı!

Habil Yaşar