HAFSA DURMUŞ/BELLEK VE UNUTMA

Bellek ve Unutma: Tarihin Psikolojik Yükü

İnsan, tarih denilen devasa labirentte kaybolmuş bir gezgin gibidir. Geçmişin dar ve karanlık dehlizlerinde yankılanan adımlar, bazen bir fısıltıya bazen de çığlığa dönüşür. Bu yankılar, sadece tarih kitaplarının sayfalarında değil, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerinde de duyulur. Bellek, bu yankıları bize taşıyan ince bir ipliktir. Unutmak ise, ipliğin koptuğu ya da bilerek bırakıldığı noktadır. Peki, bu iki kuvvet arasında sıkışıp kalmış birey ve toplumlar, tarihin psikolojik yükünü nasıl taşır?

Bellek, sadece hatırlama değildir; aynı zamanda bir yük, bir sorumluluktur. Geçmişin acılarını, travmalarını, kayıplarını hatırlamak bireyi ve toplumu sürekli olarak bir hesaplaşmaya zorlar. Bir insanın belleği, onun kimliğinin temel taşlarından biridir. Bu bellek, sadece bireysel anılarla değil, aynı zamanda toplumsal hafızayla da şekillenir.

Bir toplumun belleği, onun kültürel mirasını, değerlerini ve tarihsel deneyimlerini

kapsar. Ancak, bu bellek her zaman bir nimet değildir; bazen bir lanet bazen de ağır bir

yük olabilir.

Toplumsal hafıza, kuşaklar arası travma aktarımının en güçlü araçlarından biridir. Bir toplumun yaşadığı acılar, travmalar, savaşlar ve kayıplar nesiller boyu aktarılır. Bu aktarım, sadece tarih kitaplarıyla ya da sözlü anlatılarla olmaz. Aynı zamanda genetik

mirasla da gerçekleşir. Bir annenin savaşta kaybettiği çocuğunun acısı, torunlarına bile miras kalabilir. Bu acı, zamanla hafızaya kazınır, kimliğin bir parçası haline gelir. Bu

yüzden toplumsal travmalar sadece yaşayanları değil, onların çocuklarını ve torunlarını da etkiler.

Ancak, bu acılarla yüzleşmek her zaman kolay değildir. Unutmak, bazen bir savunma mekanizması olarak devreye girer. Geçmişin yükü o kadar ağır olabilir ki birey ya da

toplum, bu yükten kurtulmak için unutmayı seçer. Unutmak, bir tür kaçış, bir tür arınma

çabasıdır. Ancak, unuttukça bellek zayıflar, kimlik bulanıklaşır. Geçmişin izleri

silindikçe birey ya da toplum, köksüz bir ağaca dönüşür. Köklerinden kopmuş bir ağaç ise, rüzgârın yönüne göre savrulmaya mahkumdur.

Bellek ve unutma arasındaki bu ince denge, tarihin psikolojik yükünü anlamak için kritik öneme sahiptir. Bireyler ve toplumlar, bu yükü taşıma ya da bırakma konusunda sürekli bir karar verme süreci içindedir. Ancak, bu kararlar her zaman bilinçli olmaz. Bazen

bellek, bilinçaltının derinliklerine gömülür; bazen de unutma, bir bilinçli tercih olarak ortaya çıkar. Bu süreçler, bireyin ve toplumun ruhsal sağlığını derinden etkiler.

Tarih, sadece yaşanmış olayların bir toplamı değildir; aynı zamanda bu olayların bireyler ve toplumlar üzerindeki etkilerinin bir yansımasıdır. Bellek ve unutma arasındaki bu mücadele, insanlığın varoluşsal bir sorunu olarak karşımıza çıkar. İnsanlar, tarih boyunca bu iki kuvvet arasında bir denge kurmaya çalışmışlardır. Bazıları için geçmişin acıları ve travmaları, bir kimlik inşa etme aracı olmuştur; diğerleri içinse unutmak, geleceğe doğru ilerlemenin tek yolu olarak görülmüştür. Fakat unutarak ileriye gitmek gerçekten mümkün müdür? Yoksa geçmişin izlerini silmek, bizi yeniden o travmatik olayların içine mi çeker?

Geçmişle yüzleşmek, bazen korkutucu ve acı verici olabilir; ancak bu yüzleşme,

bireylerin ve toplumların ruhsal sağlığı için gereklidir. Freud’un psikanaliz teorisine göre bilinçaltına itilen travmatik anılar, kişinin davranışlarını ve düşüncelerini kontrol etmeye devam eder. Bu anılar, bilinç yüzeyine çıkmadıkça bireyin ruhsal sağlığı üzerinde karanlık bir gölge gibi dolaşır. Toplumlar için de aynı durum geçerlidir; bastırılmış ve unutulmuş travmalar, toplumsal bilinçaltında kök salarak gelecekte patlamaya hazır bir bomba gibi bekler.

Bu yüzden, belleği korumak ve geçmişle yüzleşmek hem bireyler hem de toplumlar için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Geçmişi hatırlamak, onunla hesaplaşmak ve ondan ders çıkarmak, geleceğe daha sağlıklı ve bilinçli adımlar atmamızı sağlar. Ancak bu süreç, zaman zaman dayanılmaz bir acı kaynağı olabilir. Bir soykırımın, bir savaşın ya da bir toplumsal felaketin izleri, hatırlandıkça yürekleri sızlatır. Fakat bu acılarla yüzleşmek, onların üstesinden gelmenin ve gelecekte benzer trajedilerin yaşanmasını engellemenin de tek yoludur.