HİLAL KORKMAZ/ Simitçi Çocuk

Eren o gün yine erkenden kalktı. Hava daha aydınlanmamış, sokak lambalarındaki sis dağılmamıştı. Bahçe kapısından çıkmadan arka bahçeye doğru yürüdü. Hem odunluk hem de boşalmış erzak bidonları ile dolu ışıksız odunlukta çar çabuk üstündeki okul önlüğünü çıkardı, çantasının içine katlayıp koydu. Çantasını el yordamı ile yığılı odunların arkasına gizledi. Üzerine iki beden büyük gelen montunu tekrar giydi. Uçları yer yer yırtılmış eldivenleri tombul parmaklarına geçirdi. Annesinin birkaç yıl önce ördüğü bereyi de kulaklarına kadar çekip, yavaşça odunluktan çıktı yola düştü.

Ocak ayının ortasında şehir zemheri soğuklarını yaşamaktaydı. Birkaç hafta önce hiç durmadan yağan kar durmuş, yerini ne var ne yok iliklerine kadar donduran, insanın soluğunu kesen bir ayazın kollarına bırakmıştı. Onlarca yıldır bir türlü yolu yapılamayan şimdi çamuru buz tutmuş yolda çok dikkatli yürüyordu Eren. Korkuyordu da küçük çocuk. Ya karşısına köpek çıkarsa ne yapacaktı? Bildiği birkaç duayı dili döndüğünce okudu içinden. Besmele üstüne besmele çekti sokağın başına gelene kadar. ”Oh” dedi, biraz soluklandı ama çok beklemeden önündeki yokuştan aşağı doğru daha da dikkatli adımlar atarak yürümeye devam etti.

     Fırıncı Murat usta her zaman ki gibi gece yarısından sonra ekmek teknesinin kapısını açmış taş fırının başına geçmişti. Atmış yaşlarındaydı Murat usta, çok uzun zaman önce Anadolu’nun bağrından zorla kopup gelmişti bu şehre. Kimi kimsesi de yoktu. Ne eşi, ne çocuğu, ne de bir akrabası. Bu dünyada tek başına yaşayan sadece evinin ve ekmek tekmesinin yolunu bilen biriydi. Bu şehre ilk geldiği yıllarda başlamıştı simit satmaya. Sokak sokak gezmişti bir kolunda simit sepeti, bir kolunda içinden çıkmayacak derdinin yükü ile. Girmediği sokak, mis kokulu, bol susamlı simitlerini satmadığı mahalle araları kalmamıştı. Saçlarına ilk akların düştüğü yıllarda açtığı bu fırından sonra sadece ev ve ekmek teknesi dediği simit fırını tek güzergahı olmuştu. Kahveye gitmez, kalabalığa girmez kendi halinde tek başına yaşayan birisiydi. Fırının içindeki külü tozutmadan çekti, süpürdü Murat usta.  Duvarda ki saate baktı “hadi bismillah” deyip, duvarda çiviye takılı önlüğünü alıp beline bağladı. Meşe odunlarından bir kucak alıp fırına doldurdu, birkaç kozalak, tek çubuk çıra ile tutuşturdu bir boyda kesilmiş odunları. Ellerini iyice yıkayıp, akşam dükkanın kapısını kilitlemeden önce yoğurup dinlenmeye bıraktığı hamurun başına geçti. Hamurun üstündeki bezi aldı, katladı tezgahın üzerine bıraktı. Hamura parmaklarının ucuyla dokundu, alt üst etti iyice dinlenmiş sap sarı hamuru. Sadece kendi duyabileceği bir sesle “tamam” dedi. Teknedeki hamuru mermer tezgahın üstüne boşalttı tekrar yoğurdu. Bezelere ayırdı, sıraladı hamur toplarını. Bu arada küçücük simit fırının içi dışardaki çatı ayaza karşı çıkarcasına ısındıkça ısındı. On metrekarelik kutu gibi fırının içinde ocakta yanan meşe kütüklerinin çıtırtısından başka hiçbir ses yoktu. Sessizliği oldu olası sevmeyen Murat usta radyoyu açtı. Biraz sağa, biraz sola çevirdikten sonra yıllanmış radyosunda aradığı frekansı buldu. Bir haftadır merakla dinlediği  arkası yarın programında “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” adlı radyo tiyatrosu az önce başlamıştı. Radyonun sesini biraz daha açtı. Bir hamur bezesi aldı üstü kırışıklarla dolu avucuna. Yuvarladı, yuvarladı elinin ayasıyla. Sonra uzamaya başladı tezgahın üzerindeki hamur topu. Sonra hızlandı damarı çıkmış eller. Bir anda inceldi hamur tekrar katlandı ikiye. Bir daha inceldi usta ellerde tekrar birleşti ayrı uçları, en son büktü büktü iki ucu tekrar bir araya getirdikten sonra bıraktı mermer tezgahın bir köşesine. Bu işi yaparken  makine gibi elleri işliyordu. Hamuru uzatıp büküp bırakmasıyla diğer bezeyi eline alması bir dakikayı bulmuyordu. Geceyi sabahın ışıklarıyla buluşturan saate kadar simitler pekmeze batmış susama bulanmıştı. Nar gibi köz dökmüş fırına son tepsiyi verdi. Mangala çektiği közde demlediği çay bu arada hazır olmuş, çaydanlık ıslığını öttürmeye başlamıştı. İki çay bardağını tezgahın üstüne çıkarmış, bir hafta önce burnunu çeke çeke fırın kapısında beliren Eren’i bekliyordu.

Sabahın ayazını iliklerine kadar hisseden Eren yarım saat kadar yol yürüdükten sonra simit fırınından içeri girdi. Murat ustaya selam verdi. Ustası yanındaki tabureyi işaret etti gözüyle. Elleri soğuktan kıpkırmızı olan ela gözlü çocuk tabureye çekti oturdu kapının dibine. Oturduğu yerde birkaç dakikaya kalmadan ısındı Eren’in eli ayağı. Bu arada son tepsiyi çekip çıkardı fırından Murat usta. İçeriyi mis gibi kavrulmuş susam kokusu sardı. Bol susamlı bir simit seçti elleri bacaklarının arasında oturan dokuz on yaşlarındaki kumral çocuğa uzattı. İyice demini almış çaydan iki bardağa doldurdu “hadi oğlum ye simidini acıkmışsındır” dedi. Eren yavaş yavaş tadını çıkara çıkara yedi çıtır simidi. Çayını yudumladıktan sonra ustasının simitleri özenerek yerleştirdiği simit sepetini koluna taktı yola koyuldu.

               Gün ağarmış yollarda işe gitme telaşına kapılmış  insanlar, ellerinde çantaları ile okula giden öğrenciler, servis bekleyen fabrika çalışanları, arabaları ile hiç soğuk yüzü görmeden okul kapısına kadar bırakılan kız ve erkek çocukları, babasının elinden tutmuş kalın montlar giymiş akranları… Eren tüm gücüyle bağırdı “Simitçi ,simitçi, simitçi…” ve kalabalığın arasından sıyrılıp ana yoldan sola saptı. “simitçi, simitçi, simidim taze…” Karşı kaldırımda yürüyen yaşlıca bir teyze “gel evladım gel gel” diyerek elini salladı. Koşarak yolun karşısına geçen Eren “yavrum sen çok üşümüşsün” diyen teyzeye ilk simidini sattı. Sonra okulunun arka tarafındaki mahallede beş simit, az daha ilerde birkaç simit daha derken sepetteki simitlerin yarısını satmıştı. Bugün bir haftadır gitmediği okulunun üst tarafındaki tepeye yapılan yüksek binaların olduğu yere gidecek, orda satacaktı geri kalan simitlerini. Önüne çıkan ilk yokuştan yukarı doğru yürümeye başladı. Kolundaki sepetle zar zor çıktı dik yokuşu. Kimi zaman dinlendi oturdu soğuk kaldırım taşlarına. Yanından birçok araba geçip gitti. Gıcır gıcır kırmızı bir araba geçip gidecekken birden durdu. Arabanın camını açan genç adam üç simit istedi. Çar çabuk simitleri sarıp uzattı camdan içeri. Esmeri benizli adam parayı uzattı “üstü kalsın” dedi. Camı kapatıp yola devam etti. Eren parayı cebine koydu. Kafasından hesaplama yaptı. Öğleye kalmadan tüm simitleri satarsam elli simit daha alırım dedi” içinden. Yokuşu tırmandı nihayet. O uykusunu alamamış ışıl ışıl gözleri, yüksek binaların camlarına zoraki vuran kış güneşinin parlaklığıyla kamaştı. Nefesini topladı ve olanca kuvvetiyle “simitçi, simitçi, simitçi… Taze simitlerim var gevrek simitlerim var… ”

               Murat usta akşam simitleri için tekrar hamur teknesinin başına geçti. Bir tekne daha hamur yoğurdu üzerini nemli bezle örttü. Tezgahı temizledi, zemini fırçayla süpürüp paspasladı, önlüğünü çıkarıp duvardaki çiviye taktı. İnce bellisinden bardağına bir bardak daha çay doldurdu, taburesini ahşap çerçeveli pencerenin önüne çekti gelen geçeni izlemeye koyuldu daldı gitti sokaktan akıp giden hayata. Birçok çocuk geçti yavaş yavaş buzu çözülen yoldan. Sekiz, dokuz, on yaşlarında. Kimi annesinin elini sıkı sıkı tutmuş, kimisi babasının bir ayak gerisinde babasının görünmez gölgesinden kuvvet almakta. Derin bir “of” çekti, dudaklarından “keşke, keşke!” sözü simit fırın içinde ki közden daha çok yaktı içini.  Gözünden süzülen bir damla yaş yer yer kırışmış buğday rengi teninden sinesine düştü.

               Eren pencere camları ışıl ışıl parlayan ardı ardına sıralı yüksek katlı binalarda yaşayan hanımefendilere, sepetinde bir simit kalana kadar sattı. Vakit öğleye yaklaşmış karnı acıkmıştı. Sepetteki soğumuş bir yandan kurumaya yüz tutmuş simide dokundu. Simit okul yemekhanesinde  öğle yemeğinden arta kalanların, akşam paketlenip Eren’in eline tutuşturulduğu donmuş yemeklerden farkı yoktu. “Yok” dedi kendi kendine, “yememem lazım, satıp para kazanmam gerek” dedi ve üstünü kapattı sepetin. Okuldan verilen plastik kaplara konulmuş soğuk yemekler geldi aklına ve kaşları çatıldı istemsizce. O yemeklerde bugün hava ne kadar soğuksa işte o kadar soğuk geliyordu Eren’e. Yemekhane dolabında kalmış kenarları kurumuş ekmek dilimleri geldi bu defa aklına. Bir poşete doldurulmuş kurumuş parçalanmış ekmek dilimleri. Bir defasında yemek ve ekmek poşetiyle okuldan çıkıp eve gidecekken arkadaşları görmüştü simitçi çocuğu. Kimsenin yüzüne bakmadan nasıl uzaklaşmıştı okulun bahçesinden. Aslında kimseden bir şey gizleyip saklayacak da bir şey yoktu. Okulda ve her yerde fakiri, kimsesizi, babasızı herkes tanırdı. Alınlarının ortasında yazmasa da giydiği ayakkabıdan ve üzerindeki kabandan benim babam yok derdi o yoksul çocuklar. Çünkü bir hayırsever yardım yapacaksa ilk önce hepsi aynı model ve aynı renk mont kaban, ayakkabı her ne ise çantalara doldurup gelirdi okula. Her sınıftan küçükten, büyüğüne tüm çocukları bir araya toplayıp çantaların içinden ne çıkarsa çocuklara giydirilirdi. Kimi mutlu olmuş, kimi başı önünde çocuklarla beraber birkaç kare de poz verirdi fotoğrafçısına, bu kadar. Ya da komşusunun, bir yakınının çocuklarına küçük gelen giysiler giyerdi bu çocuklar. Büyük gelmiş, dar gelmiş fark etmezdi, giyinilebilsin o yeterdi ki! Bir kural daha vardı ve asla bu kural değişmezdi o çocuklar için! Ayakkabı her zaman büyük numara alınacak! Çünkü en az iki yıl giyilecek o ayakkabılar yaz ve kış! İşte hayırseverimizin geldiği gün karar vermişti okula bir daha gitmeyecekti. Ne poşete konulmuş kışlık giysiyi almıştı ne de ayakkabıyı Eren. Babası gittiği o uzaklardan ne zaman gelirse işte o zaman işe okula tekrar başlayacaktı. Babası gelmezse de simit satıp para biriktirecek, gelecek kış kendine en güzelinden her bir şey alacaktı. Kardeşine de alacaktı. Annesine de bakacaktı. Ah babası gelseydi, elinden tutacak onu her sabah okula bırakacak o arkadaşları da görecekti bir babası olduğunu. Gösterecekti tüm okula babasını. Bu düşüncelerle geldiği yokuştan inmeye başladı. Semtin en sevdiği mahallesi burasıydı. Bu yokuşun sağında ve solunda bahçe içinde evler vardı. Biliyordu bu evleri. Rengarenk çiçekler açardı bahçelerinde bahar ve yaz aylarında. Hanımelinin kokusu sokağı doldururdu sıcaklar başladığında. Rengarenk güller, erguvanlar, meyve ağaçlarının çiçeklerinin renkleri birbirine karışırdı bu evlerin bahçelerinde. Eren bu çiçek kokularının  düşüyle biraz daha yürüdü. Ana yolla yokuşun birleştiği köşedeki evin bahçesinde bir koşuşturmaca başladı, kahkaha sesleri çocuk gülüşlerine karıştı. Neşe içindeki çocuklardan birinin sesi geldi “anne simit alalım ne olur” Az sonra demir parmaklı bahçe kapısı yavaşça açıldı. Yüzünde kocaman bir tebessümle genç bir kadın “bir simit alabilir miyim? “ dedi. Eren simidi kadına uzattı. Parayı cebine koydu. Birden genç ve iyi giyimli kadının yanında iki çocuk belirdi. Başını kaldırır kaldırmaz sınıf arkadaşı Eda ile göz göze gelmez mi! Ne yapacağını bir an bilemedi Eren. Yüzünü tüm vücudunu ateş bastı birden. Keşke bakmaz olsaydı, keşke simit diye bağırmasaydım diye düşündü. Koşar adımlarla uzaklaştı sağına soluna bakmadan. Gözleri tomurcuk tomurcuk doldu. Tekrarladı yine karar verdiği o cümleyi “okula gitmiycem, bir daha yemekhanede ki donmuş yemekleri eve götürmüycem!” Gözlerinden akan yaş çenesinde düğüm oldu damladı soğuk yola.

               Murat Usta akşam simitlerinin ilk tepsisini fırına vermiş, ikinci tepsi için pekmezden çıkardığı hamur çemberlerini susama buluyordu. Az sonra Eren gelir dedi içinden. Eren’ e satması için 50 simit ayırmıştı. Fakat sonra vazgeçti. Ayırdığı simitleri yıllardır simitlerini satan Kazım’ın simitlerinin yanına bıraktı. Bir haftadır her sabah Eren’in yolunu bekliyordu içten içe. Alışmıştı da bu parlak gözlerinde hüzün gizli çocuğa. “Ben satarım hepsini, vallahi de satarım billahi de satarım” demişti bir hafta önce  fırının kapısında beliren çocuk. “Kardeşim var evde, babam da taa uzakta” diyerek  eliyle uzakları işaret etmişti. “ Montta alacam” demişti burnunu çeke çeke, “kardeşime süt de alacağım kazandığım parayla” demişti. Murat Usta bir çay daha doldurdu ince belli bardağa. Kapıyı açtı, dışarı çıktı. Şehrin koşuşturmasına yapışmış kalmış insanlara, arabalara, kendisi gibi yorgun, yaşlanmış, üst üste yığılı beton evlere, çok uzaklara baktı… Kimi kimsesi de yoktu Murat Usta’nın. Yirmilerinde gelmişti bu şehre. Her bir şeyi anasını, atasını, toprağını sevdiğini ardında bırakmıştı. Bu güne nasıl geldiğini, nasıl nefes alabildiğini de düşünmeyi aklının ucuna bile getirmemekle beraber hafızasından silip süpürmüştü. Önceleri de simit satardım diyordu sorana. Başka bir şey demeyi söylemeyi ar ediyordu diline. Kilit vurmuştu geçmişe açılan kapıya. Ne anlatabilirdi ki olmayan geçmişe dair.

         O gün Murat Usta da bir karar verdi. Bir haftadır gününü aydınlatan bu ay yüzlü çocuğun elinden tutacaktı. Okuluna da dönecekti Eren. “ Az sonra bi’ gelsin” dedi içinden. Elinden tutup o kapısından içeri hiç girmediği alışveriş merkezine götürecekti Eren’i. Ne istiyorsa alacaktı daha on on bir yaşlarında ki bu çocuğa. Babası gelinceye kadar tüm ihtiyacını karşılayacaktı. Ne yapacaktı ki bundan sonra parayı pulu. Ne dünyaya kök salabilmişti, ne de yıllar önce sevdiğinin elinden tutabilmişti…

               Öğle sonu Eren geldi. “Murat Amca simitler hazır mı ?”dedi. Ustası ceketini giyerken “hadi evlat bugün ne istersen almaya gidiyoruz, boş ver işi gücü senin okuman gerek evlat, okuman gerek.”  Küçük eli sımsıkı tuttu Murat Usta bir daha bırakmayacak gibi.  Dükkanın kapısını çekip çıktılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir