HİLAL KORKMAZ/ŞİFRELENMİŞ HAYATLAR

 ŞİFRELENMİŞ HAYATLAR

Saatlerdir arıyorum, bakmadığım bir yer kalmadı. Nereye karalamıştım şu mail şifremi? En son okuduğum kitabın ilk ya da son sayfasına mı yazmıştım? Hızlı hızlı çeviriyorum önümdeki yarım bıraktığım birçok kitabın sayfalarını. Her bir köşeye tükenmez kalemle yazdığım birçok not arasında da yok! Pes etmek bana göre değil ki! Aramaya devam ediyorum karışık sayı ve harflerden oluşmuş şifremi. Bu defa gözüm duvardaki not panoma takılıyor. Kesin orada diyorum içimden mutlulukla ama öyle değil işte. Not üstüne not yapıştırdığım panom tam bir şifreler cenneti. Nobel ödüllü matematikçi John Nash bile bu kadar sayıyla yüz göz olmamıştır. Hintli matematikçi Srinivasa Ramanujan’ın hayatını anlatan “Sonsuzluk Teorisi” adlı filminde bu kadar rakamla senli benli olmamıştım! Ne yapmam gerekiyor? O şifreye ulaşamazsam nasıl halledebileceğim bu işi.

Aramaya devam ederken  hayatımızın çoğunu şifreler ele geçirmiş diye  düşünmeden kendimi alamıyorum. Üç ve dört parçaya böldüğüm ve hepsine farklı görevler yüklediğim hafızamın bir parçasını şifrelere emanet etmişim! Zihnimden şöyle bir saymaya başlıyorum, bildiğim ve hatırladığım şifrelerimi. En önemlisi  e-nabız şifresi daha sonra  e-devlet şifresi, bilgisayar şifresi o da yetmez bilgisayar içine attığımız dosyaların şifresi. Daha bitmedi! Sırada elimizden düşüremediğimiz telefonların içinde barındırdığı sosyal medya hesaplarının şifreleri ki bu en önemlisi. Mesaj uygulamalarının üzerine mühürlediğimiz şifreler, fotoğraf galerisinin kapısına taktığımız kilitler, evrenin şifresi, yeryüzünün şifresi, oturduğumuz evlerin kapı şifreleri, kredi kartlarımızın şifreleri… Sayılar, harflerde yetmiyor kimi zaman teknolojik aletleri şifreler altına almak için. Yüz tarama, parmak izi okutma ve sesli komut… Hangi yana baksan parola ve şifre! Dan Brown’ın ‘Da Vinci’nin Şifresi’ adlı, yıllardır çok satılanlar listesinde yer alan kitabında bu kadar şifre yoktu.

Şifrelerin hayatımızı nasıl mahvettiğiyle ilgili acı tecrübelerim var. Örneğin hava mis gibi, çıkmışsın dışarı. Bir bahar ayında mesela… Kuşlar şarkılar söylemekte, pembe ve beyaz çiçekler açmış dallarda. Yollarda sabaha karşı çiselemiş yağmurun ıslaklığı… Güneş bir yandan yavaş yavaş ısıtmakta olanca canlıyı. En rahat kıyafetlerini giyinmişsin, ayağını sıkmayan bir ayakkabı da… Yürüyorsun toprak, çiçek kokularını özümseyerek. Az ileride yol boyunca akan derenin şırıl şırıl sesi… Suyun içine şöyle bir baktığında yavru balıkları görüyorsun, anlamsız bir tebessüm konduruyorsun yüzüne. Şayet leyleği de gördüysen dere kenarlarına sıralanmış ağaçlardan birinin tepesinde, değme keyfine. Öğleye doğru hava biraz sıcaklıyor ve saçlarını toplamak için saç tokası arıyorsun ceplerinde ve maalesef almayı unutmuşsun! İşte burada başlıyor en sinir bozucu hikâye. Yol üstünde ilk gördüğün bir alışveriş merkezine giriyorsun, sadece saç tokası almak için. Baharın verdiği o sonsuz huzur ile mağazada dolaşıyorsun ve aradığın o küçücük saç tokasını buluyorsun. Evet, kasaya geldin. Tokayı uzattı, parayı verdin, barkod okuma cihazına şöyle bir tutacak “dıııd” sesi duyulacak ve alışveriş tamamlanacak diye beklerken kasadaki genç bayanın zoraki incelttiği ses tonuyla “telefon numaranızı alabilir miyim lütfen? sorusu ile birden uyanırsın!  Neden diye sorduğunuzda ise “telefon numaranızı sisteme kayıt edeceğim ve bilumum tüm indirimlerden anında haberiniz olacak. İndirim isteyen kim ki diyecek oluyorum lakin neyse diyorum içimden. “Tamam” diyorum ve zorla ezberlediğim ve kimi zaman ilk üç rakamını unuttuğum, on haneli telefon numaramı veriyorum. Kasiyer tüm şirinliği ile “ az sonra telefonunuza bir şifre gelecek onu benimle paylaşır mısınız?” Telefon titremeye başlar! Sakın şifreyi söyleme der gibi. Arkasından ”dıııd” sesi gelir. Telefonunuz  anlamıştır ama siz anlayamamışsınızdır şifreyi söylersen kolunu kaptıracağını. Neler mi olur? En az haftada bir gün o alışveriş mağazası ileti gönderir. “Çok değerli müşterimiz size özel indirim ve kampanyalardan faydalanmayı unutmayın, bu fırsatı kaçırmayın, böyle bir kampanya yılda bir kez sizin kapınızı çalar (Postacı Kapıyı İki Kere Çalar) filmi geldi aklıma. Bu iletileri dikkate almazsanız alttaki kodu onaylamazsanız ( aslında şifredir) tuşlamazsanız, göndermezseniz… Velhasıl dünya başınıza yıkılacakmış gibi bir korkuya kapılırsınız. Daha saç tokasını alamamışsındır bu arada. Telefona gelen şifreyi okumaya çalışırsın okuyamazsın çünkü yakın gözlüğü yanında yok! Elin titreye titreye şu Türkçemizi rezil eden, her kelimeyi en ince telden söylemeye çalışan, domatese “domatez”, İstanbul’a “Istanbul” demekte ısrar eden, onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış Anadolu halkının, yüzlerce yıldır kullandığı “geldik” yerine “geldük” demesini “ufak” yerine “ufah” kelimesini telaffuz etmesini, ”yapıyorum” kelimesini “yapıyoh” olarak kullanmasını , “amcayı emmi” olarak kullanmasını kaba sayıp kendi uydurdukları dili konuşan “kankiler” ve  çoğunluğu gençlerden oluşan guruba dahil kasiyere telefonumu versem mi vermesem mi?

Aman Tanrım! Ne büyük bir korku yaşıyorum! O elimizden bırakamadığımız, yıllar önce tek görevi birbirinden uzakta olan kişilerin iletişim sağlamasına yönelik tasarlanan telefonun üzerine ne kadar yük bindirmişiz! Ne büyük sırlara ayan olmuş! Bir hayat onun elinde! Karun’un hazinesi ondan daha değerli olabilir mi?

Sık sık kafama takılan bir konudur, ilk insanlar nasıl yaşardı ve düşünürlerdi? Teknolojik eşya yok. O yaşadığımız ortamları dolduran ve kimi zaman ses, titreşim ve göz ile göremediğimiz yaydıkları manyetik alanlar da yok. Giysi dolaplarını tıka basa doldurup yine de “Bugün ne giysem acaba?” derdi yok. O ne demiş, bu ne konuşmuş, şu ne yapmış, ne almış, ne giyinmiş “ Elindeki telefonu gördün mü? Ne cool bi şiy…” diye uzatmaları oynayan başka bir evrenden geldiğini sandığım toplum yok! Yani sözün kısası zihnimizi esir alan şifreler yok! Bir türlü dillerini anlayamadığım şifreli konuşan ve anlaşan bir nesil de yok.

 Ormanda gezen, bir çiçek bir kuş görünce mutlu olan, üşüdüğü zaman dal parçaları toplayıp mağaraya götürüp ateş yakıp etrafına toplanan, bir yumurtayı avucuna kırıp mağara duvarlarına el baskısı yapan belki de bununla çok mutlu olmuş, kahkahalar atmış, birbirlerine yumurtalı elleriyle sarılmış, avladıkları hayvanların resimlerini taşlara kayalara çizen, yüzbinlerce belki de milyonlarca yıl önce dünyamıza ev sahipliği yapmış, şifre ve teknoloji nedir bilmeden yaşamış, kafası rahat, ruhu huzurlu, zihnini rakam ve harflerden oluşan karmaşaya teslim etmemiş atalarımız siz mi çok şanslıydınız; yoksa şifrelerim birinin eline geçerse “nice olur hallerim”  korkusuyla yaşayan modern insanlar mı şanslı onu bilemedim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir