Mart ayı olmasına karşın, İstanbul en sıcak günlerinden birini yaşıyordu. Güneş, temmuzda, ağustosta olduğunu sanıp İstanbul’un tepesine çakılıvermişti. Yaşlı ve hastalar, “kemiklerini ısıtmak” için güneşin dik ışınlarının altında yayım yayım yayılırken, başta çalışanlar olmak üzere diğer insanlar ise altına sığınacak gölgelik arıyorlardı. Hele okullar… Bir de okul Çağlayan’daki gibi dört yol ağzında, kavşaktaysa, bu sıcaklarda sınıfta durmakla hamamda, göbek taşında olmak arasında hiçbir fark yoktu… Biraz sınıfın pencerelerini açıp taze hava girsin istesen, trafik gürültüsünden kendi sesini bile duyamazdın. Camı kapattığında ise tarihi Galatasaray Hamamı’nda terleyemeyeceğin kadar terlerdin. Böyle olunca da teneffüsler ve öğle araları, hem öğretmenler hem de öğrenciler için okulun ön ve arka bahçelerindeki ağaç altlarını paylaşma mücadelesine sahne olurdu. Ön bahçedeki ağaç altları –idare girişi orada olduğu için- öğretmenlere, diğerleri de öğrencilere hizmet verirdi…
O gün de üç öğretmen arkadaş, öğle boşluğundan yararlanıp okulun ön bahçesindeki bir ağacın altında serinliyorlardı. Bir yandan da üyesi oldukları sendikanın ertesi gün gerçekleştireceği eylemi tartışıyorlardı. Her zaman disiplinliliği ve ilkeli duruşuyla öne çıkan Hasan Öğretmen, bu konuda çok dertliydi:
— Tamam, biz Ankara’ya gidiyoruz ama yalnız biz mi varız dünyada? Sendikanın kurulduğu günden beri ya üç ya da dört kişiyle katılıyoruz her eyleme. Okulda yirmi dört tane sendikalı öğretmen var.
Kısa boylu arkadaşı, Celal Öğretmen, onun tam tersiydi. En ciddi konularda bile eğlenmeyi, işin mizah yanını öne çıkarmayı çok severdi. Yine öyle yaptı:
— Hepsi öğretmen değil ki… Hizmetli ve memurlar da var.
Hasan Öğretmen, her zamanki gibi, onun ciddiyetsizliğine kızdı:
— Sulandırma, oğlum! Ne haltsa işte! Yirmi dört üyeden yalnızca üçümüz! Bence bu işte bir yanlışlık var.
Yaşça ikisinden de büyük olan arkadaşına döndü:
— Sen herkese duyurmadın mı, ağabey?
Hasan Öğretmen’in tersine, diğer ikisi olabildiğince sakindiler. Onun öfkeli sözlerine gülümseyerek karşılık veriyorlar, bu da onun çileden çıkmasına neden oluyordu. Sonunda dayanamadı, kestirip attı:
— Ohooo! Başçavuşun beygiri gümbürdüyor sanki burada! Adamlardaki rahatlığa bak! Tamam arkadaş, ben bir şey söylemiyorum, diyerek gitti.
Celal Öğretmen kıkırdamasını sürdürürken, “ağabey” dediği, içlerinde yaşça en büyük olanı iyice sokuldu yanına. Elini omzuna koydu:
— Tamam Hasan, haklısın. Ben sana, senin sözlerine gülmedim.
— Bırak ağabey! Kime gülüyorsun peki?
— Sen konuşurken aklıma gelenlere…
— Yani beni dinlemiyordun.
— Bugün alınganlığın üstünde, Hasan! Biraz sakin ol da dinle!
Hasan Öğretmen’in sakinleşmesi biraz uzun sürdü ama sonunda sakinleşti. Geçip az önce öfkelenince kalktığı iskemlesine oturdu. Celal Öğretmen’in hâlâ kıkırdayarak kendisine baktığını görünce, yeniden kızdı:
— Sen ne rahat adamsın, be!
Celal Öğretmen’in en büyük eğlencesiydi, onu kızdırmak. Yüzü öfkeden kıpkırmızı oluncaya dek kızdırır, sonra da bir yolunu bulup onu sakinleştirir; kendini bağışlatırdı. Yine öyle yaptı.
— Olsun, senin gibi deli olmaktan iyidir…
Yaşça büyük olan arkadaşları, bu şakanın sonunun nereye varacağını iyi bildiği için hemen araya girdi.
— Arkadaşlar, bir dakika!
Tartışmayı kestiler. Kendilerini uyaran, yaşça büyük arkadaşlarına döndüler:
— Ben, bütün arkadaşlara duyurdum; eylemin öneminden söz ettim. İşte, demin sen konuşurken de bir arkadaşın verdiği yanıt geldi aklıma, ona güldüm.
— Ne dedi, diye merakla sordu, Celal Öğretmen.
— Ankara’ya kendim gelemiyorum ama gönlüm, yüreğim hep yanınızda olacak, sizi asla yalnız bırakmayacak, dedi.
— Hadi be!
O ana dek somurtuk oturan Hasan Öğretmen, birden kahkahayı patlattı. Üçü birlikte katıla katıla gülmeye başladılar. Epeyce bir zaman da gülüştükten sonra kendini ilk toparlayan,yaşça ileri arkadaşları oldu.
— Hepsine duyurdum. Yarın, öğle yemeğinden sonra toplantı yapacağız. Bir kez daha yineleyeceğim eylem çağrısını. Nasıl karşılık vereceklerini kendi kulaklarınızla duyarsınız.
Eylemle ilgili tartışmayı ertesi güne erteleyip başka şeylerden söz etmeye başladılar. Karşılıklı fıkralar anlattılar, güldüler. Hasan Öğretmen’in az önceki öfkesinin yerinde yeller esiyordu. Şimdi hepsinden canlı, hepsinden neşeliydi:
— Celal’e ısrarla ekmek poşetini ağaç dalına asma, karınca basar dememe karşın adam inadına o akşam poşeti dala asmış. Ertesi sabah bir de kalktık ki, ne görelim? Poşetin içi karınca kaynıyor! Tabii, benle Celal, hemen kavgaya başladık. Sesimize, Hüdaverdi uyanıp geldi. Celal’e “Ne oldu, Hasan’ı niye kızdırdın yine?” diye sorunca, Celal ne cevap verse beğenirsin?
— Ne cevap verdi?
— “Hiç hocam ekmek karıncaya girmiş, ona kızdı.”
— Ekmek karıncaya mı girmiş? Hah ha ha!
Kahkahaları, ikişerli üçerli öbekler hâlinde okul bahçesindeki ağaç gölgelerine tünemiş, söyleşen diğer öğretmenlerin de ilgisini çekti. Birer ikişer yanlarına gelip kavurucu güneşe karşın onları dinlemeye, öğle arasındaki şu son birkaç dakikayı kahkahayla bitirmeye çalışıyorlardı. Çevrelerinin kalabalıklaşması, daha bir coşturdu üçünü de. Sırayla bir şeyler anlatıyor, ardından kahkahayı patlatıyorlardı. Kahkaha, gelenlere de bulaştı, çok geçmeden. Ardından da güldürme yarışına katıldı herkes. Okul bahçesi, kahkahadan inliyordu. Zamanla, kahkahalar yerini gülümsemeye bıraktı. Herkes dağarcığındaki en gülünç anısını ya da fıkrasını anlatmış, deyim yerindeyse, sermayeyi kediye yüklemişti. Bundan sonrası zorlamaydı artık. Kısa bir sessizlik oldu. Gelenler, oradan ayrılmanın gerekçelerini kafalarında yuvarlarken, Hasan Öğretmen’in sesi duyuldu. Bütün bakışlar ona çevrildi. Yüzü yeniden ciddileşmişti:
— Bir dakika, arkadaşlar! Sanırım, sendikamızın hafta sonunda Ankara’da gerçekleştireceği eylemden hepinizin haberi var. Gerçi işyeri temsilcimiz yarın toplanacağımızı söyledi ama bence, hazır herkes buradayken ne yapacağımıza dair bir karar alalım. Geç oldu, yarın konuşalım, dedi biri ve ardından “İyi dersler!” dileyip ayrıldı yanlarından. Onu, başkaları izledi. Çok geçmeden, birkaç kişi kaldı yanlarında. Onlar da gitme hazırlığındaydılar. Celal Öğretmen, yine takıldı Hasan Öğretmen’e:
— Oğlum, hiç baklavadan sonra biber yenir mi? İnsanların keyfinin içine ettin, be!
Hasan Öğretmen, ne olduğunu, insanların keyfini nasıl kaçırdığını anlayamamıştı.
— Niye? Ne yaptım ki ben?
— Daha ne yapacaktın? Eylemden söz edip keyiflerini kaçırdın.
Yanıt vermedi, Hasan Öğretmen. Başını sallamakla yetindi. Derse girmek için hazırlananlardan biri, yanına geldi. Sağ eliyle omzuna birkaç kez dokundu.
— Koçum benim! Hafta sonu yalnız kalmayacaksınız!
Dördüncü kişiyi bulmanın sevinciyle, Hasan Öğretmen’in gözleri parladı. Arkadaşının omzuna dokunan elini yakalayıp sevgiyle sıktı.
— Nasıl yani? Gelecek misin?
— Ben değil, yüreğim… Yüreğim gelecek sizinle! Sizi bir an olsun yalnız bırakmayacak!
Öylesine şairane ve öylesine coşkuyla söylemişti ki bu sözleri, Hasan Öğretmen bir
an kendisinin geleceğini sanmış, gülümsemişti. Ancak arkadaşlarının kıkırdamalarıyla sözün gerçek anlamını çözebildi.
Üç arkadaş, göz göze geldiler. Yaşlıca olanı, gülümseyerek Hasan Öğretmen’in elini tuttu, sıktı.
— Biz eylemi sevmeyiz ama eylem yapanı severiz.
ERDAL ÇAKICIOĞLU