LİDER ERŞAN/TÜRKAN SAYLAN

TÜRKAN SAYLAN VE ELAZIĞ CÜZZAM HASTANESİ

        Türk Hava Yollarının pervaneli uçağı, Elazığ uçuşunu yapmak üzere pervanelerini çevirdi. O yıllarda Elazığ Havaalanı büyük uçakların inmesine uygun değildi. Pervaneli küçük uçaklar inerdi Elazığ Havaalanı’na.

         Son anda nefes nefese yetişti, uçağı kaçırmadığı için bir oh çekti. Hostes, küçük bavulunu baş üstü dolabına yerleştirirken üçüncü sıradaki iki kişilik koltuğun pencere tarafına göz attı. Genç bir kadın, mantosu üzerine örttüğü siyah örtüsüne sarılmıştı, bakışları merakını belli ediyordu. Kimdi bu boylu boslu, kızıl saçlı güzel kadın? Uçağı kaçıracağım telaşıyla kızaran yüzünün rengi normale dönünce pembe çilleri meydana çıkmıştı. Yeni yolcu yerine yerleşince diğer yolcu, siyah örtüsünü aralayıp yüzüne gülümseyerek bakan yolcuya; “Tayinen gelen hoca mısın? Yoksa kocan mı Elaziz’de vazifelidir?” Hayır, ikisi de değil, ben doktorum, Elazığ’daki Cüzzam Hastanesi’ne hastalara destek olmak için geliyorum. Kadın şaşkınca “Cüzdam Hastahanası mı?” dedi; sonra  siyah örtüsüne daha sıkı sarılıp arkasını döndü, pencereye iyice yaklaşıp yeni yolcudan uzaklaştı.Yeni yolcu Elazığ Cüzzam Hastanesi’nde yeni bir devir açacak Profesör Türkan Saylan’dı.

         Uçak turkuaz renkli Hazar Gölü üzerinde alçalmaya başladı. Mevsim bahardı. Balkan göçmenlerinin iskan edildiği bir köy vardı alanın yakınında. Daha alçalırken pembe mor sümbüllü tarlalar halı gibi görünüyordu. Saylan, uçaktan mümkün olan en hızlı biçimde indi. Onu alanda bir devlet kurumunun arabası karşılayacaktı. Bavulunu alıp dışarı çıktı, sağa sola bakınırken bir genç adam yaklaştı yanına. “Doktor Hanım sizi ben götüreceğim.” dedi. Tipi tarif edilmişti ki adam tereddüt etmemişti. “Bavulu bırakın ben alırım.” dedi. Saylan, bavulunu yere koydu, “buyurun”  dedi. Yürüdü cüzzam doktoru  arabaya doğru. Arkasına baktı, şoför geliyordu arkasından. Bavulun sapını mendiliyle tutmuştu.  Saylan, anlamıştı şoförün sakınma tedbirini. Ne de olsa kendisi cüzzam doktoruydu ve bu bavul sapını daha önce eliyle tutmuştu. Gülümsedi, burnunun üzerinde çizgiler belirdi. Sarı binanın önünde durdu araba, kapıda doktorlar ve sağlık personeli karşıladı. Merhaba, çay, kahve içmez misiniz, diye sordular. Acelem var deyip koğuşa yöneldi, hastalar dizilmiş bekliyordu. Merhaba arkadaşlar, dedi. Şaşırmışlardı bu yakınlığa ilk karşılaşmada. Artık şaşırmıyorlardı.  Onun gülen yüzünü kısa sürelerle de görseler yüreklerinde umut ışığı yanıyor, iyileşeceklerine inanıyorlardı. Hatta ailelerine müjdeli haberler gönderiyorlar, mektuplar yazıyorlardı.  Belki yakında iyileşeceğim, oğluma sarılacağım senin elini tutabileceğim, diye.

           Türkan Saylan beş çocuklu otoriter bir ailenin büyük kızıydı. Tıp Fakültesine girip Beyazıt’a giden tramvayda tatmıştı özgürlüğün tadını. İki kez tüberküloz belasını, başka hayatları  kurtaracağım azmiyle yenmişti. Uzmanlık dalı olarak Deri ve Zührevi Hastalıklar branşını seçmişti. Bu dalı seçmeye Bakırköy Hastanesi’nde cüzzam koğuşuyla tanıştığında vermişti. Türkiye Cüzzamla Savaş Derneği’nin kurucusu oldu. İstanbul’da çabaları sonuç vermişti. 1977’de Profesör ünvanı aldı.

         Saylan, hastalığın yapısını çözerek bu hastalığın hastalar tedaviye alınmışsa, hastalara dokunarak bulaşmayacağını saptadı. Bu noktada savaşırken hastalıktan önce bu hastaları dışlayan zihniyetle savaşmak gerektiğine inanıyordu. Prof. Saylan’ın kulağı, Anadolu’dan gelen hastalık haberlerindeydi. Doğu ve Güneydoğu illerinde bu hastalığın yaygın olduğu haberini alıyordu. Doğunun merkez illerinden biri sayılan Elazığ’da Cüzzam Hastanesi ve hatırı sayılır sayıda da hastası vardı. Van gibi illerde hastalığın bir hayli yaygın olduğu haberi rahatını kaçırmıştı. Elazığ’da acilen Cüzzamla Savaş Derneği kurulmalı idi.

      1980 yılında ülkede sıkı yönetim koşulları hakimdi. Saylan bu şartlarda ayda üç gün Elazığ’a gidiyor, kısa süre hastanede kalıp hastaları ve ortamı görüyor, onları değerli arkadaşlarına emanet edip saha çalışmasına koşuyordu. Saylan’ın bu saha çalışmasını, bir rastlantı sonucu tanıştığım Elazığlı gazeteci yazar Mehmet Topal’ın cümleleriyle anlatacağım. O zaman genç bir gazeteci olan Mehmet Topal’dan dinleyelim.

      ” 1980 yılında Prof. Türkan Saylan’ın başkanlığını yaptığı Cüzzamla Savaş Derneği’nin Elazığ şubesini benim de aralarında olduğum Elazığ Müftüsü Halil Bilginoğlu, Başhekim Yavuz Ceylan, iş adamı Zeki Çelik, İmam Hatip Lisesi Müdürü Ahmet Turan Kar İle birlikte kurduk ve kurucu yönetimde görev aldık.

     Cüzzamla Savaş Derneği Elazığ Şubesi olarak hastaneyi her bakımdan desteklemek ve hastaların yaşamlarına olumlu destek vermekti amacımız. Dönemin sıkı yönetim komutanından da büyük destek gördük. Hastane her bakımdan rehabilite edildi, hastaların giysileri yenilendi. Bu büyük hamle ilde takdirle karşılandı. Elazığlı kadınlar; dernek yararına balolar, kermesler düzenledi. Gelir hastalara harcandı. Derneğe en büyük maddi yardımı Diyanet Vakfı yapmıştı. Hastalar hayatın içine girmeye başlamıştı, bazıları şehirde yarı zamanlı çalışmaya başlamış, ailelerine yük olmaktan kurtulmuştu. Cüzzamlı bir şairin şiir kitabı tarafımızdan bastırılıp geliri de kendine verilince mutluluğu tarif edilemezdi. Dernek, Türkan Hoca’nın nezaretinde çevre illerde cüzzam hastalığı taraması organize ediyor, hastalar tedavi için Elazığ Cüzzam Hastanesi’ne getiriliyor, tedavi görüyordu. Kısaca Türkan Saylan sayesinde cüzzam iyileşmez bir hastalık olmaktan çıkmıştı. Hoca, önce hastalara kendi dokunmuş, tedavi altına alınan hastaları çocuklarına, eşlerine dokunabilmenin sevinci yaşatılmıştı. Başka hastanelerin veya kurumların kapanması genelde halk arasında üzüntü yaratır. Elazığ Cüzzam Hastanesi bugün kapanmıştır. Çünkü Prof. Türkan Saylan’ın eşliğinde verilen savaşla Cüzzam hastalığının kökü kuruduğu, bu yörede cüzzamlı hasta kalmadığı için hastane kapanmıştır. Bu hizmeti başaran Türkan Saylan başta olmak üzere tüm emeği geçenlere şükran borçluyuz.

         Mehmet TOPAL Gazeteci-Yazar/Elazığ

        Türkan Saylan, Elazığ Cüzzam Hastanesi’ne gelmeden birkaç sene önce ben Elazığ’da bir kız okulunda edebiyat öğretmeniydim. Bir anımı iletmek isterim. Öğrencilerimden birinin babası kent kent dolaşan taş ustasıymış. Bir sabah kalktığında burnunun sağ yanının sızladığını, burnunun şiştiğini görmüş. Bir zaman sonra acısı dayanamaz hale gelmiş.  Altı ay boyunca gitmedik doktor bırakmamış, burun yarası bir türlü iyileşmemiş. Sonunda bir sağlık memuru Cüzzam Hastanesi’ne göndermiş, gidiş o gidiş bir daha eve yollamamışlar. Kız öğrenci içine kapanık bir gençti. Bahçe köşelerinde yalnız görürdüm, konuşmak isterdim, arkadaşlarına katılmasını isterdim. “Hocam ders çalışıyorum.” derdi. Bir gün babası ile görüşmek istediğimi söyledim. ” Babam yurt dışında” dedi. O zaman annen gelsin tanışmak istiyorum, dedim. Birkaç kez istedikten sonra anne geldi, naif güzel mahçup bir kadın. Bahçenin en uzak bölümünde görüşmek istedi. Yürüdük kimsenin bizi duymayacağı köşede bir banka oturduk. “Eşiniz yurt dışındaymış galiba. Kızınız özlüyor biraz içe kapanmış, gelip sizi görme imkânı yok mu? Kadın ağlamaya başladı, anlatamadığı bir sorun vardı belli. Söyleyin lütfen, eşiniz sizi terk mi etti? O terk etmedi, kader ayırdı.  Vefat mı etti sözüme “Bilmem, Allah’a isyan etmeyeyim; belki o zaman daha hayırlı olurdu.” diye cevap verdi. Beyaz ufak ellerini tuttum, güzel yeşil gözleriyle yüzüme baktı.  Kimseye söylemeyeceksen söyleyeyim, dedi. Kızım, birileri duyarsa intihar ederim diyor. Sadece kocamın kardeşleri biliyor. Herkese Almanya’ya çalışmaya gitti diyoruz, eltilerim bile bilmiyor, bize kayın biraderim bakıyor.

         Kadını yolcu ettim, çok şaşkındım. Kız öğrenci teneffüste yanıma koştu. “Hocam annem geldi mi?” dedi. Amacının neyi öğrenmek olduğunu anlamıştım. “Geldi, baban belki yakında yurtdışından gelir, diye ümitleniyor.” deyince rahatladı, omuzlarını indirdi. İnşallah geleceği zaman olur dedi, hüzünle. “Olur tabii.” dedim inanmış görünerek.

          Türkan Saylan’ın Elazığ yıllarında ben İstanbul’a göçmüştüm, öğrencimin annesiyle haberleşiyordum. Bana bilgi ver demiştim. Türkan Saylan’la İstanbul’dan tanışıyordum. Saylan’ın  ilk görev yerim  Elazığ’da mucizeler yaratıp cüzzamlı hastalara ve ailelerine umut ışığı olacağına inanıyordum.

        Bir gün Elazığlı kız öğrencimin annesinden bir mektup aldım. O kentten ayrılırken görüşmüş olumlu ya da olumsuz, öğrencimden ve kendi yaşamından, eşinin sağlığından haberdar etmesini istemiştim. Bu mektup, heyecanla beklediğim mektup muydu? Merakla açtım, sakin bir köşeye çekilip okumaya başladım.

        “Hocam! Söze nereden başlayacağımı bilemiyorum, önce kızımdan başlayayım. Öğrenciniz öğretmen oldu, bize yakın bir ilçede göreve başladı. Ben kızımla gitmedim, babaannesi gitti. Benim Elaziz’de sorumluluğum büyüktü. Sen İstanbul’a gittikten sonra Cüzzam Hastanesi’ne Türkan Saylan Doktor geldi, kendi profesörmüş; ama öyle tepeden bakan profesörlerden değil. İkinci gelişinde biz hasta yakınlarını Cüzzamla Mücadele Derneği’nde toplayıp bir konuşma yaptı.

 “Biz çok büyük bir aileyiz, cüzzamlı hastaların her biri bu ailenin bir parçasıdır. Hastanedeki hastalarımız, derneğin ve ildeki bazı görevlilerin desteğiyle yoğun tedaviye alındı. Belki bir kısmı yakın zamanda hastaneden ayrılıp toplum hayatına yeniden katılacak. Sizlerden bize güvenmenizi ve destek vermenizi bekliyoruz.” dedi. Hepimiz şaşırmıştık biz nasıl destek olacaktık.

 “Bundan böyle, ben olmadığım zaman derneğin diğer üyeleri ile işbirliği yapacak, kermesler düzenleyecek el emeklerinizi orada sergileyecek, satış yaparak hastalarımızın destek ilaç ve diğer ihtiyaçlarının dernek tarafından karşılanmasına katkıda bulunacaksınız. Size bir güzel haberim daha var, önümüzdeki haftadan itibaren hasta yakınlarınızla yüz yüze yakından görüşebileceksiniz hatta ellerine yüzlerine dokunabileceksiniz. “

        Hepimiz şaşırmıştık. Kimimiz sevinçten alkışlıyor, kimimiz ağlıyorduk. Nasıl olacaktı? Kocam beş senedir hastanedeydi, sadece uzaktan görüşüyorduk, yaklaşmak tokalaşmak yasaktı. Kocamın yarası yüzündeydi, kiminin elinde, kiminin ayağında idi. Kızımın gelmesini kocam istemedi, onu o halde görmesini istemiyordu. Kızım beni yüzüm yarasız halimle hatırlasın, diyordu. Ben haftada bir çamaşır götürüyordum, çamaşırları görevliye veriyordum, kendini de uzaktan görüyordum. Yüzünün yarasını görmeyeyim diye hep yarasız sol tarafını dönerdi bana. Gözlerime bakmazdı, göz yaşlarını görmeyeyim diye.

           Türkan Hoca’nın üçüncü gelişiydi. Kızım başka ilde görevliydi, yüz yüze görüşmeye yalnız gidecektim. Giyindim nasıl heyecanlıyım; sanki o benim yirmi beş senelik kocam değildi de yeni görüp nişanlanacaktık. Hastaneye gittim, hastane önünde benim gibi hasta yakınları var. Herkes heyecanlı. Başka illerden Van’dan falan gelenler var. Hayatımda hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Ön sıralara geçtim herkesten önce göreyim diye. Kapı açıldı buyur ettiler. Ben erkek hastalar bölümüne geçtim. Sandalyeler dizmişler. Müsamere seyredecek gibi dizildik, bekliyoruz gözümüz kapıda. Başladılar gelmeye, Bahri üçüncü geldi. Başı havada, traş olmuş, yüzünü yere eğmemiş suçlu gibi. Ayağa kalktım, ayaklarım titriyor; düşecek gibi oluyorum kolumdan tutuyor. Heyecanlanma otur diyor. Kolumu tutan eline bakıyorum, anlıyor ne düşündüğümü. Korkma artık bulaşmazmış, diyor. Elini tutuyorum, iki avucumun arasına alıyorum, tek eliyle göz yaşımı siliyor. Yüzüme bakıyor, sol yanağındaki yara iyileşmiş, izi duruyor. İkinci gelişinde kızımı da getir, diyor.  Vazifede Bingöl’ün kazası Genç’te yarıyıl tatilinde gelecek diyorum. Mutluluktan gözleri parlıyor.      

   Sevgili Hocam, beş yıl sonra kocamın elini tutabilmiştim. TÜRKAN SAYLAN HOCA sayesinde. Mektup göz yaşlarımla sırılsıklam olmuştu. Bu yaşlar bir Anadolu kadınının sevinç göz yaşlarına karışmış mutluluk yaşlarıydı.

           Saygılar TÜRKAN SAYLAN sana şükran borçluyuz.