DESTANLAR VE DESTANCI
Hayatımızdan çıksa da aklımızdan çıkmayan destan geleneğine olan özlemim birkaç ay önce Adana’da bir sahafta, Malatya’da yaşanmış iki trajediyi anlatan destanları görünce yeniden depreşti. Ne zaman kişisel geçmişime dair bir belgeyi görsem ancak bu kadar heyecanlanabilirdim herhalde. Çocukluk yaşlarımda tam olarak anlamlandıramadığım bir geleneğin benim üzerimdeki etkisini yıllar sonra tekrar hissettim. Yıllar sonra o günlere gittim.
Çukurova’nın sarı sıcağının en çok hissedildiği, hasadın en yoğun olduğu dönemde, Doğu ve Güneydoğulu ırgatların mesken tuttuğu yaz aylarında, destan satmak hem keyifli hem de alıcısı çok olurdu. Kalabalık meydanlarda, işsiz kalabalıklara yanık bir sesle destan okumaya kimse kayıtsız kalamazdı. Kalabalıklar arasında mutlaka her destanın yüreğine dokunduğu kişiler vardı ve destancı bunu bilirdi.
Hele hele Kadirli’de destan satmak daha kolaydı. Kozmopolit yapısından dolayı her kültürden insan yaşardı. Bu kültüre Doğu ve Güneydoğu’dan gelen ırgatlar da eklenince destancıların işi daha da kolaylaşıyordu. Sabahın ilk saatlerinde hazırlıklarımı yapar, omzuma bir teyp ve bir elimde mikrofonla kalabalık ortamları arardım. Sokak sokak dolaşırken omzumdan aşağı çapraz bağladığım heybe-torba karışımı çantama doldurduğum, üçüncü sınıf saman kâğıtlara tek yaprak olarak basılmış, yitip giden hayatların dörtlüklere dökülmüş öykülerini, önceden kaydettiğim boynuma asılı teypten sesli olarak dinletip bazen de teypteki kendi sesime düet yapardım. Hediyesi yirmi beş kuruştan satardım. Arada bir yüksek sesle “Destancı geldi!” diye bağırmam bir seyyar satıcı duygusunu verse de aslında sattığım hüzündü, acıydı.
Kaçımız hatırlıyor acaba her biri Yeşilçam filmi kıvamındaki bu destanları? Özellikle genç kuşaklar için daha zor bir konu olacak ve muhtemelen de konuyu destancıların o eski tadıyla anlatamayacağım. Ama şansımı yine de denemek istiyorum.
İletişimin bu kadar yaygın olmadığı yıllarda, sokaklarda destan okuyarak satan ve geçimini bu yolla sağlayan insanlar “destancı” olarak tanınır, radyonun çok sınırlı, televizyonun hiç olmadığı, gazetelerin ise köy ve kasabalara ulaşamadığı zamanlarda dramatik olaylar destancılar aracılığı ile buralara haber olarak taşınırdı. Kasabalar, köyler, mahalleler, meydan ve pazar yerleri kentin kalabalıklarının toplandığı her yer onlar için satış mekânı idi.
Bugün bile hatırladıkça içimi burkan ve o zamanlar sokaklarda gözyaşları içinde sattığım destanlar… Bu destanların içinde en ünlüsü bir Malatya destanı idi. Kaza sonucu yaşanan trajik ölümler, cinayetler, doğal afetler, dermansız hastalıklar sonucunda hayatını kaybedenler, gidip de dönmeyenler, ince hastalığın aldığı bir can, sevdiğine kavuşamadan genç yaşta sona eren bir ömür ve aile içi facia boyutunda yaşanan ibret verici olayları konu alan destanlar, Anadolu’nun tüm kentlerinde dilden dile dolaşırdı.
Yazılan destan ne kadar acıklı olursa, o kadar çabuk satılır ve tükenirdi. “Urfa’da beş yüz lira için öz ağabeyini öldüren zalim kardeşin destanı, Bafra’da anasını keserken taş olan delikanlının destanı, allı gelin ve yeni güveyin destanı…” gibi dramatik başlıklar özellikle de en çok talep kitlesi olan kadınlar için seçilirdi. Sanki çoğu kadın kendini bulurdu bu destanlarda. Öyle olmasa bu kadar gözyaşı, feryat, figan nedendi? Ya da kadınlar ağlamak için neden tetikte bekler ki?
Destancının sözleri bütün bir mahallenin yüreğini yaksa da özellikle kadınlar destanları dinleyip konuya hâkim olduktan itibaren hüzünlenir, mutlaka ağlar ve birkaç dörtlük de kendileri eklerdi. Hiç ummadık bir zamanda kalabalıklar oluşur, meydan cenaze ağlayıcılarına teslim edilirdi. Basit bir sokak satıcısından alınan ve dinlenilen bir destan, bir cenaze merasimine dönüşürdü adeta.
Destanları mahalle aralarında alan kadınlar çoğunlukla okuma yazma bilmediklerinden destanları okumak da bana kalırdı. Mahallenin bütün kadınları başıma toplanır, ben de destancının tavırlarını taklit etmeye çalışır, konuyu elimden geldiği kadar dramatik bir atmosfere taşımaya çabalardım. Hemen oracıkta destanın katil kahramanına beddualar edilir, vefat edenlere dualar okunurdu. Okunan dizelerle herkesin yüreği buz keser, bütün yüzlere bir üzüntü çökerdi. Destanların, olayın kurbanlarının ağzından yazılması da konuyu daha trajik bir hale getirir, zaten ağlamaya hazır gözleri yaş ile doldururdu.
Her destancı, en acıklının en fazla sattığı bu pazarda, kendine bir yer bulmaya çalışırdı. İnsanları en fazla duygulandıran, ağlatan, en başarılı olarak kabul edilir, olası müşteriyi etkilemek için ne gerekiyorsa yapılırdı.
Yıllarca hep şunu düşünmüşümdür. Destancılık zor zanaattı ama destan olmak daha zordu. Destanlar diye bir kültür vardı ve kültür toplumun sadece acılarını, hüzünlerini yansıtıyordu. Alınan ve satılan sadece ve sadece hüzündü. Hüznün ve acının parayla satıldığı veya alındı bir başka ülke var mıydı acaba? Acaba bu sektör sadece Anadolu’ya has bir sektör müydü? Yoksa Çukurova’ya has bir kültür müydü?