MEHMET EMİN TURGUT/KÂBUS

KÂBUS

Siz hiç yatılı okulda okudunuz mu? O okuldaki atmosferi, ortamı yaşadınız mı? Oradaki yaşamın zorluklarını ya da kolaylıklarını biliyor musunuz veya tahmin edebilir misiniz, diyerek arkadaşlarının cevap vermesini bekledi. Masadaki arkadaşlarının hiçbirinin yatılı okumadıklarını bildiği halde bu soruları onlara neden sorduğunu aslına bakılırsa tam olarak kendisi de bilmiyordu. Belki de onlara birazdan aktaracağı bir anısına dikkat çekmek isteğinden belki de olayın özünün kaçırılmaması adınaydı. Sonuç itibariyle her ikisi de geçerliydi. Oturduklarından bu yana ısrarla kendisinden bir öykü anlatmasını isteyen arkadaşlarına günlük hayattan değil de çok uzun zaman önce yaşanmış ve yatılı bir okulda geçmiş bir olayı anlatmaya karar verdiği için bu yatılı okula ilişkin soruları sormuştu. Arkadaşlarının hiç birinin sorduğu sorulara yanıt vermemesi üzerine, sorduğu soruları yine kendisi yanıtlamak adına söze şöyle başlamıştı; Genel olarak yatılı okullarda iki toplumsal sınıfın çocukları okurdu. Her iki okulunda statüsü yatılı olmasına rağmen işleyişleri, saygınlıkları, programları, etkinlikleri farklıydı. Varlıklı insanların çocuklarını gönderdikleri yatılı okullar paralı olduğu için kolej niteliğindeyken, alt sınıf ailelerin çocuklarının gittiği okullarsa sınavla kazanılmış olmasına rağmen parasız olduğu için sıradan okullar olarak nitelendirilirdi. Hani eskilerin deyimiyle Leyli meccani diye adlandırılırdı. Gece okulda kaldıkları için Arapça kökenli leyl sözcüğüne ‘i’ harfi eklenerek leyli derlerdi. Buradaki çocuklar tam bir askeri disiplinle yetiştirilirdi. Eğitilirdi demek fazlaca iyimser olacağı için yetiştirme olarak nitelendirmeyi tercih etmek gerekirdi. Her şey okul yönetiminin iznine tabiydi. Yatış, kalkış, ders, etüt, yemek, dinlenmek gibi aktiviteler belirli saatlere bağlıydı. Tüm öğrenciler bu kurallara uymakla yükümlüydüler. Bu okullarda ülkedeki diğer okullar gibi eğitim takvimine göre hareket ederlerdi. Açılış, yarıyıl tatili, resmi ve dini bayramlar ve kapanış aynı tarihlerde olurdu. İşte size anlatacağım olay bir dini bayram tatilinde gerçekleşmiş olan bir olaydır. Kurban bayramlarının birinde okullar bir haftalık tatile girmişti. Uzun soluklu bu tatilden yararlanan özellikle alt sınıf öğrencilerin büyük çoğunluğu memleketlerine gitmiş, okulda kalanların sayısı neredeyse dörtte bire inmişti. Kendi sınıfımdan da beş kişi tatile çeşitli nedenlerle gitmemiş, okulda kalmışlardı. Bu beş kişiden biri de bendim. Bazı çocuklar parasızlık bazı çocuklar gidecekleri yerlerin çok uzak olması ve ağır hava koşullarından ötürü risk alıp seyahate çıkmaktan çekindikleri için gitmemişlerdi. Benim için her iki seçenek de geçerli değildi. Çünkü on beş gün önce memleketten dönmüştüm. Arkadaşlarım okuldayken benim memlekette olmamın nedeni büyük babamın vefat etmiş olmasıydı. Bir haftalık mazeret iznine ek olarak bir haftada rapor alıp süreyi on beş güne çıkarmış, on beş gün öncede geri dönmüştüm. Yani memleketime gitmemi gerektiren bir durum yoktu. Kış şartlarında çok da zahmetli oluyordu geliş gidişler. Yatılı okuduğum okulla memleketimin uzaklığı neredeyse 700 km’ ye yakındı. İşte bu gerekçelerle okulda kalmıştım. Okul tatilde olduğu için etütler yapılmıyor, öğrenciler istedikleri gibi takılıyorlardı. Gece 23 ‘e kadar serbesttiler. Kimileri sinemayı, kimileri kahveyi, kimileri kantinde sohbet etmeyi seçerken kimileri de siyah beyaz yayını olan televizyonu seyrederek zamanlarını geçiriyorlardı. Öğrencilerin yatış saatleri nöbetçi öğretmene bağlı olarak uzayabiliyordu. Normal zamanda saat 21 de yat zili çalar herkes yatağında olurdu. Okul değil de kışlada yaşanıyordu sanki. Öyle ki uygulamalar kışladan da ağırdı. Çünkü burada reşit olan kimse yoktu. Kışlada ise en küçük yaş yirmiydi. Onun için zaman zaman çocuklar bu disipline dayanamayıp, okulu bırakıp gidiyorlardı. Her gün diğer günün bir benzeri, her gece diğer gecelerin tekrarı gibiydi.  Size anlatacağım o gecelere benzer bir geceydi. Yanılmıyorsam tatilin üçüncü ya da dördüncü günüydü. Kantinde çay, kahve, tost servisi sonlandırılmış bazı öğrenciler koğuşlarına çıkmışlar, bazı öğrenciler sohbeti sürdürüyor, bazıları ise satranç oynuyorlardı. Herkesin kulağı yat zilinde gözleri nöbetçi öğretmendeydi. Bu iki unsur yat saatinin başlangıcıydı. Kısa bir süre sonra her iki unsurda devreye girip kantinin ışıkları da sönünce herkese yatakhane yolu görünmüştü. Ben de o herkesten biri olarak üçüncü kattaki yirmi üç numaralı koğuşuma gitmek için sayısını asla bilmediğim merdivenleri tırmanmaya başlamıştım. Ne tuhaf bir şey değil mi? Günde en az dört defa inip çıktığın merdivenlerin sayısını bilmemek. Hem de bunca yıla rağmen bilmemek. Masadakiler sordu: Kaç yıl geçmişti diye ben de üçüncü yılın başı diye cevap verince doğal olarak gülüşmeler oldu. Hani meraksız birisin desek doğru değil çünkü her şeye meraklı olmasaydın yazar olamazdın değil mi? Haklısınız ama o merdiven sayısını hiç merak etmemiştim çünkü serde gençlik vardı diye yanıtlayıp kaldığım yerden konuşmamı sürdürdüm. Evet, merdivenlerin bitiminde uzun bir koridordan geçerek yatakhaneme vardığımda içerde az da olsa nahoş bir koku vardı. Normalde on altı kişinin altı üstlü olarak dizayn edildiği ranzalar da an itibariye benimle birlikte beş kişi uyuyordu. İşte kaloriferin gün boyu yanıp, içerdeki havayı kurutması ve dört kişinin nefes ininde karıştığı havanın nahoş kokmasına neden olduğu ortadaydı. Evet, hava oldukça soğuktu ama temiz havaya da ihtiyaç vardı. Bu nedenle sonra kapatmak kaydıyla benim ranzamın yanında olan pencereyi hafifçe aralayıp üstümü değiştim. Koğuşa en son giren kişi ben olduğum için de ışığı kapatarak ranzama çıktım. Her zaman yaptığım gibi uyumadan önce pencereden dışarıyı seyrettim. Dışarda usul usul kar yağıyordu. Ne güzel bir biriyle dans eden karlar, sokak lambalarının üstüne düşüp eriyerek diğerlerinin üstüne düşüyorlardı. Kısa bir süre sonra usul usul yağan kar yerini haylazca yağan kara bıraktı. O da yetmemiş olmalı ki kar tipiye dönüştü. Öylesine etkili bir tipi vardı ki fırtınadan elektrik telleri sallanıyor nerdeyse eski evlerin çatıları uçmaya hazırlanıyordu. Bu şekilde yağan kar kısa sürede her tarafı bembeyaz bir örtüye çevirdi. Yaprak dökmeyen ağaçların dalları neredeyse kırılacak kadar karla kaplanmıştı. Sokaklarda, caddelerde ve okulun bahçesinde kar, boran, fırtına, zemheri ve ayaz hâkimdi. Çoğu geceler seslerinden uyuyamadığımız sokak köpekleri yoldan geçerken teyp ve radyolarını sonuna kadar açan, hasta yaşlı çocuk düşünmeden sorumsuzca korna çalıp giden araçlardan da eser yoktu. Kısaca bütün bir kent ağır doğa koşullarına boyun eğmiş, deyim yerindeyse kış uykusuna yatmış; zemheriye, ayaza teslim olmuştu.  Daha önceleri de tanık olduğum gibi böyle havalarda cereyanlar gider, sokak lambaları bile söner, ortalık zifir karanlığa gömülürdü. Lakin bu gece diğerlerinden biraz daha farklıydı. Çünkü etrafa bembeyaz bir örtü hâkim olmuştu. Bir süre daha yağan karı seyrettikten sonra göz kapaklarının kapanmaya başladığını his etmiş, hemen yanındaki boş olan ranzadan arkadaşının nevresim ve çarşaflarını almış, gece belki daha çok soğuk olur diye alttaki ranzadan da nevresim ve çarşafları almış, bazılarını üstüne örtmüş, bazılarını başının altına koymuştum. Bu arada içeriyi havalandırma adına araladığı pencereyi de kapatmayı unutup uykuya dalmıştım. Ne kadar zaman uyuduğunu bilmeden uyandığında üşüdüğünü hissetmiş, kapatmayı unuttuğu pencereyi kapatmış, birkaç kez yatakta bir sağa bir sola dönmüş kapının yanında uyuyan arkadaşımın horlamasını ve horlama arasında sayıkladığını duymuş, kim bilir nasıl bir rüya görüyor ki hem horluyor hem de sayıklıyor diye üzülmüş ardından yeniden uykuya dalmıştım. Her ne olduysa olmuştu birdenbire kendimi okulun bahçesinde dolaşır olarak görüyor, kardan, fırtınadan, borandan ürküp içeri girmeye çalışıyor, lakin bütün kapıların kapalı olduğunu görüyor, çaresizce okulun etrafında dolaşıp duruyordum. Uyumadan önce tamamen sessiz olan etraftan şimdi köpek seslerini ve onlara eşlik eden bilmediği sesleri duyuyor, bu seslerden doğrusunu söylemek gerekirse korkuyordum, Sağıma, soluma bakınıyor lakin yardımına koşacak tek bir insanın olmadığını görüyor, bu durumda da dehşete düşüyor, umutsuzluğa kapılıyordum. Ne yapıp edip içeri girmem gerektiğinin şart olduğuna karar veriyor; lakin içeri girecek bir yol bir yöntem bulamıyor, çaresizce bir oyana bir buyana koşup duruyor, giderek de yorulduğumu, üşüdüğümü fark ediyordum. Bu durum daha çok paniklememe yol açıyordu. Sonra aklıma bir fikir olarak yemekhanenin camlarından birini kırıp içeri girmek gelmişti. Büyük bir umutla düşündüğünü uygulamaya koymama rağmen cama attığım hiçbir taş bırakın camı kırmayı, çatlatmaya bile yetmiyordu. Tekrar tekrar aynı yöntemi deniyordum, lakin sonuç hep hüsran oluyordu. Birdenbire Tarım-İş dersinde kullanılan atölye geldi aklıma hızla oraya doğru koşuyorum, oranında üstünde kocaman bir asma kilit olduğunu görüyor, yeniden hayal kırıklığına uğruyordum. Giderek hem enerjim hem takatim tükeniyor, üşüdüğümü, yorgunluktan dizlerimin bağının çözüldüğünü hissediyor; bu fırtınada, zemheride, ayazda, tipide, boranda donup gideceğim diye hayıflanıyordum. Ağlamak istiyor lakin ağlayamıyor, avazım çıktığı kadar bağırıp yardım istemeye çalışıyordum  ama sesim çıkmıyordu. Bu kez spor salonuna doğru koşuyorum. Oranın da kapalı olduğunu görüyorum. Son çare olarak sınıfların olduğu binaya yöneliyor, birkaç merdiven çıktıktan sonra dersliklerin bulunduğu binanın kapısının önünde buluyorum kendimi, bütün gücümle kapıya yükleniyorum. Yok, hayır kapı sallanmıyor bile. Okulun girişindeki bekçi kulübesine yöneliyor lakin onunda kilitli olduğunu görüyor, böylece barınacak hiçbir yerinin kalmadığını düşünüyordum ki geriye bir ihtimal kütüphanenin camını kırıp içeri girmenin kaldığını hatırladım. Elime geçirdiğim taşları defalarca cama atıyordum. Cam, cam değil de sanki beton. En ufak bir kırılma ya da çatlama olmuyordu. Attığım taşlar gelip ayaklarımın dibine düşüyordu. Olduğum yere yıkılıp kalmıştım. Temposunu bir iki kat daha artıran tipi kısa sürede üstüme yağarak karaltında kalmama neden oluyor. Soluğumun kesildiğini, nefes alamaz olduğumu artık bu gecenin dünyadaki son gecem olduğuna  kanaat getirip kendimi ölüme bırakırken omzuma bir el dokunuyor.  Elin sahibi adımla hitap ederek uyan uyan neler oluyor diye seslenince yerimden fırlayarak uyanıyorum. Yatakhane arkadaşım kötü bir rüya mı gördün de bağırıp durdun diye sorunca da yatağımda olduğunu fark edip hayatta olduğuma seviniyorum. Arkadaşıma teşekkür ettikten sonra pencereden dışarı bakıp gördüğüm manzara karşısında içeride olduğuma şükrediyorum. Dışardaki manzaraya göre kar kale direklerinin neredeyse yarı boyunu geçmiş olarak görülüyor. Derin bir iç çekerek bu hava koşullarında dışarda kalmak zorunda olan bütün canlılar için bildiğim bütün duaları edip bir süre sonra yeniden uykuya dalıyorum. Anlaşılan o ki bu gece benim gecem değil. Bu gece benim huzur gecem değil de karabasan gecemdi. Uykuya dalmamdan çok kısa bir süre sonra tekrar bir el omzuna dokunup  beni uykumdan uyandırıp hemen aşağı in ve bizimle gel talimatı verdi. Bizimle dediğine göre birden fazla kişi olmalıydı. Öyleydi de toplam dört adam başımın ucunda dikilmiş duruyordu. Benim ranzadan inmeme fırsat vermeden karga tulumba ederek indirip başıma da bir çuval geçirip yatakhaneden çıkardılar. Ne oluyor, neler oluyor demeye kalmadan koridorda sürükleyerek götürdükten sonra bir üst kata çıkarıp bana tanıdık gelen bir odada masada oturmuş, çok kalın camlı gözlüklü bir adamın önüne attılar. Başımdaki çuval çıkarıldıktan sonra görmüştüm bu adamı. Adam mıydı, heykel miydi bir türlü kestiremiyordum.  Beni getirenlerden birinin reis istediğiniz şahıs bu demesinden sonra adam, heykel karışımı varlık yerinden kalkıp yanıma gelmiş, suratıma okkalı bir yumruk atmıştı. Yumruğu yer yemez ağzımdan, burnumdan oluk gibi kan boşalmıştı. Adam hayvani sesiyle şöyle bağırmıştı: Söyle ulan o gece bizim üstümüze mermileri kim boca etti. Hangi gece ne mermisi demeye kalmadan bu kez tekme tokat girişmişler, kendimi kaybedecek düzeye gelinceye kadar dövmüşlerdi. Neler oluyordu, kimdi bu adamlar? Benden ne istiyorlar? Hangi gece? Hangi mermilerin boca edilişiydi? Ne bir bilgim ne de tanıklığım vardı. Çünkü öyle bir geceyi yaşamamıştım. Ama hayvan kılıklı adam ısrarla soruyordu. O silahları nereden getirdiniz? Kim getirip okula soktu diye soruyor, yanıt vermeme imkân tanımadan şiddete devam ediyordu. İçlerinden biri, reisim olayı anlatalım, bu alçak hatırlasın ona göre de bize cevap versin deyince madem öyle istiyorsun sen anlat bakalım diye buyruk verdi. Adam, bana iki ay önce okul gecesinde karşıt görüşlü çocuklarla çatışmış, onları okuldan atmıştınız. Bizler, arkadaşlarımızı okula getirdiğimizde her yere barikat kurmuş ne onların ne de bizlerin içeri girmesine izin vermemiş, üstüne üstlük senin yattığın yerden üstümüze ateş açılmıştı. O ateşten sonra bütün katlardan üstümüze yağmur gibi mermi yağmış, birkaç arkadaşımız yaralanmıştı.  Hatırladın mı bu olayı? Diye konuşmasını sonlandırmıştı. Ben, cevap vermeyince de araştırdık, ilk mermiyi sıkan kişinin sen olduğunu öğrendik. Şimdi bize bu silahları okula kimin getirdiğini ve silahların nerede olduğunu söyleyeceksin. Yoksa bu odadan cesedin çıkar. Hatta cesedinde olmaz, buhar olup kayıplara karışırsın. Bu oda dediği okulun reviriydi. Lakin odada ne karyola vardı, ne de sağlık dolabı. Dayağa ara verdikleri için az bir konuşma fırsatım olmuş, şöyle yanıtlamıştım: Ben böyle bir olayın içinde olmadım. Olayı duydum ama ben olay gecesi memleketteydim. Lan sen, bizi kandıracağını mı sanıyorsun rezil herif? Getirin şu falaka sopasını. Şimdi de falaka faslı başlamıştı benim için. Ayaklarımın altı şişmiş neredeyse dört, beş numara büyümüştü. Ağrılara dayanamayıp bayılmıştım. Kolonyaydı, suydu uyandırılıp sorguya devam etmişlerdi. Öylesine hazırlıklı gelmişlerdi ki elektrik bile vermişlerdi. Esas itibariyle gerçekten de okulda olmadığım için olayın tanığı olmamış, bırakın ateş etmeyi hayatımda silah bile elime almamıştım. Gördüğüm tek silah kovboy filmlerdeki JOHN WAYNE ‘nin at hırsızlarına çektiği silahtı. Bütün gece bu işkencenin devam edeceği anlaşılıyordu. Bir senaryo yazıp bunlardan kurtulmayı düşünsem de değil bir senaryo yazmak, konuşmaya bile mecalim yoktu. Gördüğüm işkenceden sonra bitip tükenmiştim. Bir dişi altın olan haydut, reisim iyisi mi bu yalancıyı gebertip diğerlerini getirelim diye söylenince reis iyi, madem böyle düşünüyorsun gebert gitsin diye emir verdi. Altın dişliye, bir gözü kör olan adam,  beni ayaklarımdan ve koltuk altlarımdan tutup diğer aksak ayaklının açtığı pencereden dışarı fırlattılar. Dördüncü kattan aşağı doğru süzülüyordum. Kabullenmesi zor ama mutluydum. Çünkü işkenceden kurtulmuştum. Yere çakıldığımda pat diye bir ses duymuş, etrafıma bakınmış, ranzamda değil de yerde olduğumu görmüştüm. İstem dışı da olsa çevreme şöyle bir bakındım. Ortada ne kar, ne tipi ne ayaz ne de haydutlar vardı. Etrafa sadece derin bir sessizlik hâkimdi. .Anlaşılan oydu ki arkadaşlarım ranzadan düştüğümü bile duymamışlardı. Kolumun acısından başka hiçbir şey hissetmiyordum. Ben, bir gece için bu kadar kabus yeterli diyerek yatağa girmekten vazgeçip banyoya doğru yönelmişken dışarda kar, tipi, boran devam ediyordu.

One thought on “MEHMET EMİN TURGUT/KÂBUS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir