MEHMET EMİN TURGUT/KUTUDAKİ ADAM

KUTUDAKİ ADAM

       Ellili yılların başlarında Harput’ta bir köyde karakol komutanlığı yapan Uzatmalı Başçavuş Fehmi Efendi (namı diğer başefendi)  ile yine o yıllarda Bingöl’ün bir ilçesinde Maliye’de memurluk yapan üçüncü derecenin ikinci kademesinde emekli Şahap Bey, her gün yeni adı Ecevit Parkı olan, İzmir’in, Buca ilçesi, Şirinyer semtindeki yeşil alana gelir, Buca Belediyesinin konuşlandırdığı bankların birine oturur, başta memleketin hali olmak üzere çeşitli konularda, uzun uzun sohbet ederlerdi. Bu sohbetler bazen o kadar uzun soluklu olurdu ki akşam namazını kaçırdıkları bile sabitti. İki dost, iki arkadaşlardı. Daha önceden birbirlerini tanıyorlardı. Birbirlerinden habersizce gelip, dinlenmeye, etrafı seyretmeye çalıştıkları bu park onları bir araya getiren mekân olmuştu. Nasıl tanıştıklarını onlara sorsalar kesinlikle hatırlamayacaklardı. Sonuç itibariyle bir nedenle yolları kesişmiş, iyi bir ikili oluşturmuşlardı. Öylesine bir dostluk kurmuşlardı ki biri gelmediği gün diğeri kendini öksüz ya da yetim hissederdi. Farklı meslek gruplarından olmalarına rağmen gayet iyi anlaşır, birbirlerini ilgiyle dinlerlerdi. Asker olan işlenmiş suçlardan, suçlulardan bahseder; onlarla nasıl mücadele ettiğini ballandıra ballandıra bire bin katarak anlatırdı. Bazen abartıyı o kadar çok ileri götürür ki Şahap Bey’in iyi ama nasıl olur, itirazlarına kulaklarını tıkar, bildiğini okumaya devam ederdi. Hele Başefendinin eşkıya ile girdikleri çatışmalarda eleman, mühimmat eksikliğine rağmen nasıl üstün başarılar kazandığı çatışmaları anlattığında tamamen ifrit olurdu. İfrit olmanın sebebiyse hayali olduğunu düşündüğü çatışmaların külliyen yalan olmasıydı. Çünkü aynı yıllarda çok yakın bölgelerde çalışmalarına rağmen bölgede hiçbir eşkıya, jandarma çatışmasına ne tanık olmuş, ne de böyle bir olayı duymamış olmasıydı. En azından öğle ya da akşam ajansının birinde duyması, bir gün gecikmeyle de olsa gelen gazetelerde okumamış olması gerekirdi. Ona göre eşkıyalık tarih olmuş, modern cumhuriyetimiz bu çapulcuları bertaraf etmişti. Kısaca masallardaki yerini almıştı. Hatta bir keresinde kendisinin yaptığı ısrarlı itiraz karşısında başefendi geri adım atmış, ‘’  Eşkıya dediysem, öyle yol kesen, kadın, kız kaçıran, adam öldüren, jandarmaya silah çeken, soygun yapan, köyleri yakıp yıkan kişileri kast etmedim.  Milletin koyununu, keçisini, büyük baş hayvanlarını çalan kişileri kastettim.’’ açıklaması da yapmıştı. Lakin her seferinde bu hırsızlara eşkıya demeye devam etmişti. O kadar çok abartıyı ileri götürmüştü ki bir seferinde tavuk çalan kişiyi bile eşkıya kategorisine koymuştu. Başefendinin bu aşırı abartılı anlatımına neden katlanıyorsun diye soracak biri olsaydı yanıtı şu olurdu: Ne yapayım başka arkadaşım yok ki… Bazen bu yalnızlığına hayıflanmıyor değildi. Ne olurdu, kendi memleketinde kalsaydı. Eş dost, akraba ve arkadaşlarıyla geçirseydi geriye kalan ömrünü. Lakin oğlanın okulu, kızın işi nedeniyle İzmir’e gelmişti. Oğlan, okulu bitirip ablası gibi İzmir’de iş bulunca memlekete geri dönememişlerdi. Bir süre sonra da çocuklar evlenip yollarına gidince, o da eşiyle bir başına İzmir’de kalıvermişti. Uzun zaman tek başına bu parka gelip gitmiş çakmak bahanesiyle başefendiyle tanışmış, hiç olmazsa yalnızlıktan kurtulmuş, düzenli olarak evden çıkmaya başlamış, giderek dırdırcı olmaya başlayan Makbule Hanım’ın dilinden belli bir sürede olsa kurtulmuştu.  Yoksa bu başefendinin palavralarını dinlemesi söz konusu bile olamazdı. Yakınıyor muydu tek arkadaşından? Hayır, aslında söylemek istediği o değildi. Yani biraz abartılı konuşmasa Allah’ı var iyi adamdı başefendi. Hani ne derler; gülü seven, dikenine katlanır. Bizimkisi o minvalde işte. Haksızlık olsun istemem. Her şeye rağmen iyi de bir dinleyici başefendi. Hal böyle olunca, katlanmaya devam etmemde bir sakınca yok. Aslına bakılırsa onun da başefendiden farkı yoktu. Öyle olaylar anlatıyordu ki bunlardan bir tanesi dahi doğru olsa, o ilçede tek memur görevde kalmaz, hepsi işten el çektirildi. ‘’Üzüm üzüme baka baka kararır misali tıpkı başefendi gibi öyle bir hikâye anlatmıştı ki aslı astarı yoktu.

Şahap Bey’in anlattığına göre olay şöyle vuku bulmuştu. Kendi dairesinde değil de tapuda memur Osman Bey, bir vatandaştan 50 lira rüşvet talep etmiş, şahısta şikâyette bulunmuş. Tapu müdürü Sadık Bey, memurunu sadece uyarmakla yetinmiş, yurttaşı da kovmuş. Tabii bu olay ilçede infial yaratmış.  Kaymakam da haberdar olunca  Sadık Bey’i çağırıp, hesap sormuş. Kaymakam Bey, devrimci imiş, bu tür rezaletlere göz yumamazmış. Derhal soruşturma emri vermiş. Lakin Sadık Bey, kaymakama bin dereden su getirip memurunun çok uzun zamandır mahiyetinde çalıştığını ve dini bütün namuslu bir kişi olduğunu belirterek sözlü olarak verilen emri geri çevirmeyi başarmış. Soruşturma açılmadan kapanmış. Sadık Bey, sağda solda şu şekilde söylenerek vatandaşa sitem etmiş. Neymiş efendim? Tapudaki memurlar çok dürüst, helal süt emmiş insanlar. Ayıp değil mi? İftiraya maruz bırakılıyorlar. Hele Osman Bey, Allah’ı var ağzı var dili yok. Tam bir devlet memuru. Kanunlara saygılı. Hem aşiret mensubu bir insan. Tövbe tövbe! Bu vatandaşlarda çok olmaya başladılar. İtirazlar gelince de  ne olmuş ki altı üstü iftira diyerek geçiştirivermiş mırıldanmaları, itirazları. Bu durum sadece tapuda varmış gibi bir algı yaratılmış. Sanki diğer dairelerde; nüfusta, maliyede, vergi dairesinde, ziraat müdürlüğünde yokmuş gibi. Valla her gün duyuyoruz bu kurumlarla ilgili rüşvet hikâyelerini. Sadık bey bu sözlerle memurunu ve kurumunu korumaya çalışmış. Oysa vatandaşın algısına göre müdür de memuru da diğer çalışanlara göre bir hayli varlıklılarmış. İkisini de yakından tanıyorlarmış. Memuriyetten önce kira bile ödeyemiyorlarmış. Şimdi öyle mi? Evler, dükkânlar, yeni arsalar. Hani gözleri yokmuş; ama durum da Sadık Bey’in anlattığı gibi de değilmiş. Diyerek sözünü tamamlayınca Başefendi, evet, azizim hepimiz zaman zaman bu iftiralara maruz kaldık.

Hani derler ya’’ milletin ağzı torba değil ki dikesin’’. Benim hakkımda da bu tür söylentiler çıkardılar. Şükür ki alnım açık yüzüm ak. Şahap Bey şöyle sürdürdü konuşmasını. Aynen azizim, hepimiz yaşadık bu iftiraları. Bir baksana dostum, 32 yıl hizmet ettim, iki ev, bir yazlık bir de arabadan başka bir şey sahibi olamadım. Hani rüşvet kim biz kim. Şükür ki haram lokma yemedim. Aileme de yedirmedim. Hani ufak tefek hediyeler almadım mı? Aldım tabii. Ama ben, asla talep etmedim. Diyerek sözlerini tamamlamıştı.

Anlatılan sadece bu olay mıydı? Bu kadar mıydı, bilinmez. Bilinen bir şey vardı ki bu iki emekli ve yalnız insan, birbirlerinin vazgeçilmeziydi. Hem de ne vazgeçilmezlik? Bir ara başefendi bir süre ortadan kaybolmuş parka gelmemişti. Bu süreçte Şahap Efendi, korku ve endişeden hasta olmuştu. Öyle ya! Serde yaşlılık önlerinde ölüm vardı. Nerdeyse iki ayakları çukurdaydı. Neyse ki on gün sonra başefendi çıkıp gelmiş, memlekete gittiğini söylemişti. Sonuç itibariyle iyiydiler, dosttular, arkadaştılar. Birbirlerini tamamlıyorlardı. Kendilerinden başka kim onları dinler, kim bu palavralarına katlanırdı. Anlattıkları inandırıcı olmasa da keyifli anlatımlardı. Geçmişe, gençlik yıllarına dönüyorlardı. Birbirlerine belli bir güvenleri vardı. Aslında güven pek önemli sayılmazdı onların ilişkisi, parkla sınırlıydı. Hem birbirlerinin malını, mülkünü çalacak, gasp edecek durumda değillerdi. Sonuçta çok uzun yıllar önce yaşanmış ya da kendilerince yaşandığını varsaydıkları olayları, bire bin katarak birbirlerine aktarıyorlar, bu aktarımdan da son derece mutlu oluyorlardı. Yalan da olsa, doğru da olsa anlattıkları tanığı olmayan, ispatı olmayan olaylardı. Ömürlerinin bu son deminde top çevirip duruyorlardı. Attıkları palavralardan, söyledikleri yalanlardan kime neydi? Kime zararı vardı ki? Her ikisi de yetmişi çoktan geçmişlerdi. İkisinin de iki ayağı çukurdaydı. Onları birbirlerine bağlayan yaşlılıkları ve yalnızlıklarıydı. Belki de gençlik yıllarında karşılaşsalar birbirlerine selam bile vermeyecek yapıda insanlardı. Maliyeci, yumuşak başlı, nazik, naif, deyim yerindeyse demokrat, asker olansa tam tersi; sert ve otorite yanlısı mizaçlara sahiptiler. Lakin yalnızlık yok mu? Bu yalnızlık. İnsanı nelere itiyordu. İki ayrı dünyanın insanı, bir parkta karşılaşıyor kendilerince güzel bir dostluk kuruyorlardı. İşte yalnızlığın getirdiği açmaz bu iki insanı ortak bir noktaya taşıyor birbirlerinin vazgeçilmezi oluyorlardı. Bizim bu iki kafadarın durağı olan parkta, bir de yürüyüş pisti vardı. Ben de ortalama bir saat süren yürüyüşümü haftanın beş günü burada yapıyordum. Bu yaşlı ikiliyi, yaptığım yürüyüşler esnasında tanıdım. Zaman zaman onlara yakın bir banka oturup, konuşmalarına kulak misafiri olurdum. Onlar, beni fark ettiler mi etmediler mi bilemiyorum. Çok sessiz, dikkat çekmeden, oturur konuşmalarına kulak verir, ama onların oturdukları yöne bakmazdım. Günlerden bir gün mutat yürüyüşlerimden birini yaparken sol bacağımın arka adalesinde korkunç bir ağrı hissettim.  Aksayarak da olsa onların olduğu yöne doğru yürüdüm. Bitişikte bankın ucuna iliştim. Her zamanki gibi sessiz ve sakin bir şekilde yaptım bunu. Rahatsız etmemek için selam bile vermedim. Hoş selam verseydim bile almayacakları kesindi; çünkü öylesine meşgullerdi ki top atsan duymazlardı. O sırada liseli oldukları belli olan birkaç çocuk gelip onların diğer tarafındaki banka oturup yüksek sesle konuşmaya başladılar. Bu durum doğal olarak onları rahatsız etti. Az önceki hararetli konuşmalarına ara vermek zorunda kaldılar. Neyse ki çocukların konuşmaları fazla sürmeden sona erdi. Deyim yerindeyse geldikleri gibi gittiler. İkili etrafı kısa süreli olarak da olsa gözden geçirdiler. En yakınlarında ben vardım. Sahi ben var mıydım? Var gibiydim sadece. Çünkü arkamı onlara dönmüş ağrıyan baldırımı ovmakla meşguldüm. Yani onlar için yoktum. Bu durumda konuşmalarına mani bir şey yoktu.

Başefendi,  kısa süreliğine de olsa ara verdiği konuşmasına şöyle başladı. Azizim o kadar çok olayla karşı karşıya geldim ki anlat anlat bitmez. Fark ettiysen bu güne kadar anlattığım olaylar şiddet dolu trajedik olaylardı. Ama bu günkü menü biraz farklı; hatta oldukça farklı.  Şahap Bey nasıl yani, diye sorunca Fehmi Efendi yeniden sazı eline alarak ufak ufak olsa da tellere dokunmaya başladı. 50’li yılların sonuna doğruydu. Harput’un, Göksu adlı Nahiyesinde karakol komutanıydım. 12 askerimle hem nahiyenin hem de çevre köylerin asayişinden sorumluyduk.  Bahsettiğim günlerde mevcut nahiye müdürünün tayini başka bir ile çıkmış, bu nedenle de onun görevi de benim üstüme kalmıştı. Devletin rutin işlerini yönetiyor, devlete hizmetimi sürdürüyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse bir koltukta iki karpuz yakıştırması hoşuma da gitmiyor değildi. Hem müdür hem komutan olmak yani. Günler bu şekilde akıp giderken bir öğleden sonrası karakola orta yaşlı, takım elbiseli ve kravatlı bir adam geldi. Ben onu tahsildar falan zannetmiştim ki o, nahiye müdürü olduğunu söyleyerek karşımdaki sandalyeye oturuvermişti. Biraz yorgun biraz da tedirgindi. Yorgundu; çünkü köyle durak arası en az 40 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeydi. Tedirgindi; çünkü akşam olmaya yakın bir zaman dilimindeydik. Kalabilecek bir yer bulma tedirginliği olduğu kesindi. Biraz hoş beş ve karşılıklı bilgi alış verişinden sonra müdür, akşam kalabileceği bir yer ya da müdür konağı olup olmadığını sordu. Birinci sorusuna olumlu, ikinci sorusuna olumsuz yanıt verdim. İlk sorusuna verdiğim yanıt yüzünde mutlu bir ifade oluşturmuştu. İkinci sorunun yanıtını alınca o mutlu yüz ifadesinin yerini derin bir kaygı alıverdi. Bir süre etrafına bakındıktan sonra şöyle dedi: Başefendi, biz çoluk çocuk nerede kalacağız diye telaşlı bir şekilde sordu. Ben de ona müdür bey, ben size konak yok dedim. Ev yok demedim. Evin boş mu dolu mu olduğunu bilmiyorum; ama eski müdürün evi olduğu gibi duruyor. Biraz sonra muhtarı çağırıp ayrıntılı bilgi alırız dedim. Az önce endişenin hakim olduğu yüzü aniden aydınlandı. Tekirdağlı bir askerin getirdiği çayları içtikten sonra Müdür Haluk Bey, lavaboya gitti. Ben de Mersinli bir askeri muhtarı çağırması için görevlendirdim. Müdürün lavabodan dönmesinden  beş, on dakika sonra Muhtar  Yaşar Efendi de teşrif edip “Beni emretmişsiniz Başefendi” diyerek benim konuşmamı,  hazır ol  vaziyette, biraz da tedirgin şekilde bekledi. Ben de muhtar efendi otur, bir soluklan, emir filan yok. Bu gördüğün beyefendi yeni müdürümüz diye cevap verdim.  Bu cevabım üzerine muhtarın tedirginliğinin yerini hafif bir tebessüm aldı. ( o yıllarda muhtar dâhil kimi karakola çağırırsak çağıralım mutlak bir tedirginlik yaşardı.) Bizden öncekilerin kötü muameleleri yüzünden olsa gerek diye düşünmeden de edemezdim doğrusu. Her neyse, nerede kalmıştık?  Haluk Bey ve muhtarın tanışma merasiminden sonra eski müdürün evinin ne halde olduğunu sordum. Aldığım yanıt demirbaşların dışında hiçbir şey yok. Boş yani, oldu. Bu durum Haluk Bey’in gözlerinin parlamasına yetti de arttı bile. Devamla görebilir miyiz diye sorunca, hay hay buyurun efendim diyerek önümüze düştü.  Yanımıza iki asker de alarak köy çeşmesinin hemen üstündeki eski müdürden kalma eve bakmaya gittik. Gördüğümüz manzara beklediğimizden daha olumluydu. Ev boş olsa da kırık dökük yoktu. Haluk Bey de memnun olmuş olmalı ki en kısa sürede taşınmaya başlamalıyım diye mırıldandı. Vakit nerdeyse akşama yaklaşmıştı. Dönüş yolunda muhtar müdürü eve davet etti. Müdür teşekkür ettikten sonra ‘’ valizim karakolda’’ deyince ben endişe etmeyin bir askerle gönderirim dedim. Ben, karakolun onlar, muhtarın evinin yolunu tuttular. O günden sonra en az on gün Haluk Bey ortada görünmedi. On bir ya da on ikinci günde müdürün arzı endam ettiğini ailece muhtarın evine yerleştiklerini duydum. Başefendi, müdür ve ailesi hakkında ne kadar bilgisi varsa hepsini Şahap Bey’e aktardı. Belgin Hanım’ın titizliğinden tutunda temizliğine, giyiminden kuşamına kadar anlattı da anlattı. Doğrusunu söylemek gerekirse başefendinin durmadan konuşup da hiçbir şey anlatmamasından Şahap Bey sıkılmış, bundan sonrasını kısa kesmesini içinden olsa da dilemiş gibi bir tavır sergilemişti.

En azından benim de kulak misafiri olduğum bu konuşmalarda ne trajedi, ne de komedi olmadığı kesindi. Kulak misafiri olmama rağmen ben bile sıkılmıştım. Kısacası boş bir heves gerçekleşmeyecek bir umutla kulak kesildiği konuşmaların ardından Şahap Bey, e azizim bir türlü sadete gelemediniz. Anlatacaklarınız bunlarsa eğer benim de heybemde bir şeyler var. Dökmek isterim doğrusu deyince başefendi, haklısınız biraz fazla uzattım galiba.  Hikâyenin özü şu anlatacaklarımda saklı diyerek yeniden söze başladı. Bizim müdür üç gün sonra yanıma uğradı. Eksikleri gidermiş, evi oturabilir hale getirmişler. Şimdi ince işler için Belgin Hanım’a birkaç kadın gerekiyormuş. Kadınlara yaptıkları işe karşılık ücret ödenecekmiş. Bu konuda yapabileceğim bir şey var mı diye sorunca elimden geleni yaparım diye yanıtladım. Yalnız yarın öğlene kadar hal edebilirsem çok memnun olacakmış. Merak etmeyin diye yanıtladım. Bunun üzerine teşekkür edip gitti. O çıktıktan sonra şöyle düşündüm. Ne güzel bir davranış biçimi. Yardımcı olan kadınlara ücret ödemek yani. Demek ki eğitimli olmak böyle bir şey. Emeğin karşılığını vermek… Doğrusunu söylemek gerekirse ben şahsen böyle bir şeyi akıl edemezdim. Daha doğrusu ben ki başefendiyim, ben ki devletim, ben ki onlara hizmet veriyorum.

Ne olmuş ki birazcık yardım etmişler. Dedim ya! Sivil olmak, farklı bir şey. Müdürün davranışı takdire şayan.  Öyle ya! Hayatlarında on lirayı bir arada görmemiş bu yoksul kadınlara nakit para ödemek doğrusunu söylemek gerekirse erdem olmalı diye düşündüm. Müdür Bey’i gönderdikten sonra Aza Rüstem Efendi’yi çağırdım. Durumu anlattım. Allah’ı var Rüstem Efendi hay hay başefendi diyerek yarın kızları, gelini ve eşiyle müdürün evine gideceğini beyan etti. İşte azizim hikâyemizin tamamı anlatacağım birkaç cümlede. Bir gün sonra aza ailesinin kadınlarını müdürün kapısının önüne bırakır. Evin en yaşlı olan kadını kapıyı çalmaya başlar. Bir iki dakika geçmeden başı açık, kolları kısa giyimli sarışın bir kadın kapıyı açarak aileyi içeri davet etmiş etmesine ama kadınlar bir türlü içeri girmedikleri gibi birkaç adımda geriye kaçmışlar. Gerekçeleri neymiş biliyor musun? Ya bu nasıl bir soru nereden bileceğim diye düşüneceğinden eminim. Haklısın tabi. Nereden bileceksin. Uzatmayayım dostum. İçeriden bir erkek sesi geliyormuş! Belgin Hanım’ın bütün ısrarına rağmen kadınlar bir türlü ikna olmuyorlarmış. Çünkü içerdeki adam durmadan konuşuyor üstelikte onların anlamadığı bir dilde. Bilirsin Anadolu’da köylük yerde kadınlar yabancı erkeklerin karşısına çıkmazlar. Onların olduğu yerlerde bulunmazlar. Tut ki yolda karşılaştılar, o zaman da yüzlerini ters yöne çevirirler.  Şahap Bey, ‘’ Bilmez miyim canım’’ diye yanıtlayınca başefendi konuşmasını şöyle sürdürdü:  İşin ilginç yanı müdürün eşi Kürtçe, kadınlarsa Türkçe bilmedikleri için sorun bir türlü çözülmüyormuş. Kızların en küçüğü, vücut diliyle Belgin Hanım’a içerde bir adam olduğunu anlatmış. Olayı anlayan ev sahibesi, kadınlara şöyle seslenmiş: Hanımlar yemin olsun ki içerde ne bir erkek ne de erkek bir çocuk yok. Bu duyduğunuz ses radyodan geliyor. Yani spiker haber okuyor. Hayatlarında ne radyonun adını ne de spiker kavramını duymamış bu insanlar daha da tedirgin olmuş ve şöyle bir de tepki göstermişler. Vayy!! İçeride gâvur birileri var (radyo ve spiker) diyerek bir iki adım daha geriye gitmişler. Durumu bir türlü izah edemeyen ev sahibesi içeri girip pilli radyoyla geri dönmüş. Haberler devam ediyor, spiker haber okumaya devam ediyormuş. Kadınlar bu kez arkalarını dönüp yürümeye başlayınca Belgin Hanım radyonun düğmesini çevirip radyoyu kapatmış ve ses kesilmiş. Şaşkınlıktan küçük dillerini yutacak duruma gelen Rüstem Efendi’nin  aile bireyleri, koro halinde “Kaçınnn!!!! Kaçın!! Bu evde bir sihirbaz var!!! Hem de kutunun içine adam koyan sihirbaz diyerek oradan kaçıp gitmişler. Neye uğradığını anlamayan Belgin Hanım’a kutudaki adamla baş başa kalmanın üzüntüsüyle olduğu yere yığılıp kalmış. Başefendinin sözlerini bitirmesiyle sizi bilemem ama ben gülme krizine girdim. Şahap Bey neredeyse başefendinin üstüne yıkılacak duruma gelmişti.