BEKLEDİĞİM YAĞMURDU
Beklediğim yağmurdu. Evet, her gün aynı saatte yağan yağmuru bekler olmuştum penceremde. Buğulanan camı silince işlek caddeye bakan evimin penceresinden gelen geçen, koşuşturan insanların hayatlarını düşünürüm bir taraftan. Yağan yağmura aldırmadan nereye gider bu insanlar? İşte kırmızı mantolu küçük kızın elinden tutan bir kadın. Annesi mi acaba? O da ne? Bir seyyar satıcı; sırılsıklam olmuş, şemsiyesi de yok. Kırmızı ışık yanıyor, yayalar duruyor, araçların acelesi var. Herkesin acelesi var. Hep bir yerlere yetişme çabası. Oysa ben… Bu kasvetli havada yağmurun camlara vuruşuyla susuzluğuma çare arar gibiyim. Neye susamıştım? Sevgiye mi? Aşka mı? Şefkâte mi? Nerede susuz kalmıştım? Beynimin kıvrımlarında geziniyorum sık sık. Derinlerine dalıyorum. Anılarım yağmur damlalarının cama vurup kayboluşu gibi silinmiş, yok olmuş ama her vuruşu içimi titretiyor.
Küçücüğüm, annem ağlıyor. Minicik ellerimle gözyaşlarını siliyorum, sıcacık göğsüne yaslıyor beni. Kokusu burnumda.
“Baban yarın gidecek. Gurbete, bizim hiç bilmediğimiz yerlere. Orada çok para kazanacak. Oradan size çok güzel oyuncaklar getirecek. Daha sonra baban çalışmaya başlayıp oralara alışınca bizi de yanına alacak. Mektebe orada gideceksiniz.
“Mektep burada yok mu?”
“Ne zaman gelecek?”
“Ne kadar kalacak?”
“Biz ne zaman gideceğiz?”
“Yoksa hiç gelmeyecek mi?”
Bu soruların cevabını hiç alamadım. Annem, babaannem ve erkek kardeşim, kocaman evde dördümüz kalıyoruz. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Babamdan mektuplar geliyor. “Gözlerimizden öpüyormuş.”
“Mektupla gözlerden öpülebilir miymiş?” diyorum. Büyüyor muydum yoksa? Baba sevgisi neydi benim için o yıllarda? Çocuklarını kucağına almaktan utanan bir babanın varlığı mı yoksa varlığının uyandırdığı güven duygusu mu? O gidince hissettiğim duygular bunlar mıydı? Tam idrakinde değilim. Atölyesine götürdüğü günü hatırlıyorum sadece. Telleri kıvırarak araba yapmıştı kardeşimle bana. Kardeşimle kavga etmiştik o gün. Ona tahta tekerlekli yeni bir araba yapmıştı. Bir daha atölyeye hiç gitmedik.
“Gurbet, gurbet” dedikleri yer “Alamanya”ymış meğer. Büyüklerin konuşmalarından anladığım kadarıyla Alamanya ta cehennemin dibindeymiş!
Sık sık babamdan mektuplar geliyordu. İçinden fotoğraflar da çıkıyordu bazen. Biz de ona gönderiyorduk. Çarşıda kollarına kapkara torbalar geçirmiş adamın körüklü bir tünelden bakışıyla nasıl görüneceğimi bilemediğim fotoğraflar, annemin yazdığı mektuplarla birlikte zarfa konulurdu. Postanenin taşlı yollarından daha hızlı yürürsek daha çabuk varır mıydı acaba mektuplar babama? Hayallere dalıp oyuncak dolu odalarda gezindim mi hiç? Kardeşimle oynarken gurbete götürecek trene bindim mi acaba?
Hepsi şimdi yağmur damlalarıyla siliniyor. Ama silinmeyen, yağmurun silemediği bir acı yüreğimin derinlerinde taşlaştı. Onu hiçbir güç çıkaramadı oradan.
İlkokul üçüncü sınıftaydım. Annem bir gece ateşler içinde yandı. Odasına sokmadılar kardeşimle beni. O gecenin sabahında habersizce ayrılıverdi aramızdan.
Babam mı? Döndü Alamanyalardan… Nur topu gibi iki kardeş bir de üvey anne yerleşiverdi evimize. O günden sonra ağır bir yük bindi omuzlarımıza.
“Çamaşırları yıka Gülsüm!”
“Bu evin hali ne böyle Gülsüm?”
“Çarşıdan ekmek al gel Gülsüm!”
Ekmek mi alınacak? Gizli bir sevinç. Ekmek almak, çarşıya gitmek en sevdiğim işlerden. Aramızda kalsın, yükümü hafifleten çarşı havası. Nuri Amca’nın lokantasının camekanından o günün yemeklerine bakıyorum. Rengarenk yemekler! Lezzetli mi ? Hiç bilmiyorum.
Cama bir şeyler yansıyor. O da ne? Macuncu geçiyor arkamdan. Dönüp bakmıyorum çünkü param yok. Geçip gidiyor. Tadı mı ? Bir bayramda annem almıştı, yiye yiye bitirememiştim. İşte yine bir şey geçiyor arkamdan. Camdam görüyorum onu. Çıngırak sesleri geliyor kulağıma.
“Buzzz, ellerim dondu! “
Evet, hatırlıyorum şerbetçi amcayı. Babam bir bardak şerbet almıştı bir keresinde, ben de onun bardağından azıcık içmiştim. Ya tadı? Kalmadı ki aklımda. Çarşı havasını ciğerlerime doldurup içime çekiyorum doyasıya, hava bedava çünkü. Birden leblebi kokuları karışıyor havaya. O da mı bedava yoksa? Çek içine, çek çekebildiğin kadar!
“Destancı, destancı geldiii..!
Aşık değilim destan yazarım
Söyleyi söyleyi gurbet gezerim
Üvey ana nasıl kıydın bu kıza”
…………
Lokantanın camekanından kafamı arkaya çeviren ses beni yaşamın gerçeklerine döndürüyor.
“Eyvah ! Geç kaldım.”
“Bedava ! Bedava!” sesleri arkamda; koşuyorum, koşuyorum.
“Almak istemiyorum.” diye bağırıyorum. Evimizin kapısını açar açmaz sert bir tokatla irkiliyorum. Sağ yanağım alev alev….
”Ekmek, ekmekler nerede?”
Sağır mıyım, dilsiz miyim? Neden cevap veremiyorum? Suçum neydi?
Bir odaya kapatıldım, bir parça kuru ekmekle. Kapıdan gelen anahtar sesi ve içeriye sızan ışıkla irkiliyorum, gözlerimi kısıp bakıyorum. Babaannem… Hüngür hüngür ağlıyorum.
“Ben ne yaptım nenecim? Suçum ne?” Beyaz yaşmağıyla gözyaşlarımı siliyor.
“Sen gelmeden önce komşu Ahmet emmin geldi. ‘Gülsüm’ü aç mı bırakıyorsunuz siz?’ diye çıkıştı analığına. Aşçı Nuri’nin lokantasının önünde dikelip vitrindeki yemekleri hayranlıkla seyrettiğini ve uzun süre oradan ayrılmadığını görmüş. Akşam baban gelince bitecekmiş cezan. Sabırlı ol kızım! Geçecek, bunlar da geçecek.”
Geçti mi acaba bunlar?
Yağmur hâlâ yağıyor. Beklediğim yağmurdu gözyaşı değil.