SERDAR EPÖZDEMİR/İMTİHANLI AŞK

İMTİHANLI AŞK

Gündüz ne kadar yorulursa yorulsun akşam eve gelip eşinin güzel gözlerine baktığında tüm yorgunluğu geçiyordu. Sıcak karşılaması ve candan sarılarak dudaklarından öpmesi günlük terapi yerine geçiyordu. Öyle ya, Âdem ile Havva’dan beri sakıncalı elmanın yararları saymakla bitmiyor! Sevdasının gölgesini de en az gerçeği kadar benimsemişti. Güne başlarken ve gece yatarken geleceğe yönelik umut dolu konuşmalar, içerisinde birbirlerini incitmeden esprilerle ustalıkla bezenmiş, söylemeleri gereken istekler, kahkaha dolu ve çok sıcak bir yuva yaratmıştı. Neler yoktu ki bu sohbetlerde? Eski sevgililer, geziler, çoluk çocuğa kavuşmuş, uzaktan ilgilenilen, yar sıfatına kavuşamamış potansiyel kaderler, patronlar, sınav başarısızlıkları ve mahallede bulunan tüm sancılı zamanlar, hatıralar ile ortaya dökülürdü. Karısının gözlerine baktığında Ulaş’ın içinin ateş gibi olması devam ettiğine göre demek ki hala aşıktı karısına.

Ulaş, Gülsel’i gördüğünde on yedi yaşında, zıpkın gibi bir gençti. Lise sona geçmek için geçen seneden kalan sınavları vermesi gerekiyordu. O gün de bütünleme sınavına girmek için Atatürk Lisesi’nin bahçesinde geziniyordu. Okul bahçesinde kendisi gibi “başarısız” arkadaşları bir de duvarın dibinde ipince, etek boyu kısalmasına rağmen giymek zorunda olduğu belli, çelimsiz bir kız vardı! İlk orada gördü onu ve çok etkilendi. Etkilenmesinin nedeni kızın güzelliği ve etek boyunun farkında olduğundan duvara iyice yaslanıp eylül rüzgârı ile frikik vermemeye çalışması ve o yıllarda ayakkabı içine beyaz çorap zorunlu olmasına rağmen çorabının olmaması idi. İçini acıtmıştı bu durum. Kızdan etkilendiğinden hafif yüzü kızardı, arkadaşları dalga geçer diye belli etmemeye çalıştı. Herkes aynı sınıfta imtihana gireceğinden kızı nasıl olsa görürüm diye geçirdi içinden. Hakkı Müdür, merdivenin başından bağırdı:

“Hey, sizi gidi öğrenci bozuntuları, tembel tenekeler! İmtihan başlıyor hadi sınıflara! Kopya çekeni yakalarsak işi biter, ona göre!”

Kuzu gibi sıralanarak sınıfa geçip oturdular. Gözü bir taraftan kızı arıyordu Ulaş’ın. “Ne oldu? Sağa sola bakıp ne arıyorsun?” deyince öğretmen kendine geldi ve kafasını öne eğdi. Kâğıtlar dağıtıldı, sınava başladılar. Oh, ne güzel yıl içinde yapılan imtihanlardan seçilmişti sorular! Kısa sürede soruları cevapladı Ulaş. Zamanı artmıştı. Sağına dönüp bakınca en dipte onu gördü. Sıraların arasında yalnızca başı görünüyordu. O an anladı etek boyunun ve beyaz çorapların yakıcı önemini. Kız olmak, kadın olmak hele fakir olmak ne kadar zordu! O da sağa sola bakıyor, ümit kesmiş bir şekilde sorularla boğuşuyordu. Ulaş’ın içindeki “Hermes” uyanmıştı! Ne yapıp edip yardım etmesi gerekiyormuş gibi hissediyordu. Ne yapsam, ne yapsam diye kukumav kuşu gibi düşünürken gözetmen öğretmen yanında bitiverdi:

-Ne yapıyorsun öğrenci bozuntusu? Neden bakmıyorsun kağıdına?

İşte o an bin yıl düşünse söyleyemeyeceği bir neden döküldü dudaklarından: “Öğretmenim karşıda görünen camiden babamın cenazesini kaldırmıştık, kötü oldum! O yüzden kendimi veremedim sorulara.”  deyiverdi. Duygusal bir tonlamada ekleyince öğretmenin gardı düştü!

-Geç bakalım arka sıraya. Oradan göremezsin!

Başarmıştı! Kızın çok yakınındaydı artık. Öğretmene çaktırmadan “Sana bir kâğıt göndereceğim onları yaz kâğıdına!” dedi.

Afallamış bir şekilde bakıyordu kız. Şaşırmış, korkmuş, göz bebekleri büyümüştü. İşte o an bir daha vuruldu o bakışlara. İçine çekiyordu o gözler Ulaş’ı, umman gibi derin bakıyor ve sadece sevgi verilerek yatışabilir diye düşündürüyordu. Kâğıdı küçükken öğrendiği şekilde uçak yapıp gözetmen arkasını döner dönmez gönderdi asıl sahibine. Kucağına düştü. Nereden bilirdi ki kıza gönderdiği kâğıdın yalnızca cevap kâğıdı değil aynı zamanda ruhu ve bedeni olduğunu! İkisi de sınıfı geçti. Lise bitti. O fabrikada işe girdi, Ulaş ise teknik okula gidip elektrik teknikeri oldu. Üç yıl süren arkadaşlıklarının sonunda anası, işe girdiğinin ikinci ayı:

“Ulaş artık sigortalı! Söyle kendisine gelip istesin seni babandan.”deyip davet etmişti. Zorluk çıkarmadan evlendirdiler. Ulaş’ın babası olmadığından masrafların çoğunu da karşıladılar. Önce Ali sonra Beyza doğdu. Daha ne olsun?