ŞERİF KAYA/YÜREĞİMİ ONA BIRAKTIM

YÜREĞİMİ ONA BIRAKTIM

 Çocuklar gibi şendik; her birimiz yurdun güzel köşelerine öğretmen olarak atanmanın mutluluğunu ve heyecanını yaşıyorduk.

Kura için Ankara’da buluşmuş ve mutluluğumuza tanıklık etmiş, sevincimizi paylaşmıştık. Yerlerimiz belirlendikten sonra, o zamanlarda Ankara’nın en gözde mekânlarından olan, Gençlik Parkı’ndaki gölün kenarında, bir çay bahçesinde toplandık. Kahveler ve çaylar içildi, adresler alınıp verildikten sonra; her yıl bugün (8 Ağustos) bu çay bahçesinde buluşma sözünü vererek dağıldık.

Zafer ile gün boyu beraber dolaştık. Birbirimizden ayrı kalacağımız süre boyunca, özleme nasıl dayanacağımızdan söz ettik. Görev yerlerimiz farklı bölgelerde oldu. Sıkça görüşmemiz olası değildi ama şubat tatili öncesi bir tatil gününde bir araya gelmenin de hesabını yaptık. Zafer’le, okula başladığımın ikinci yılında bir arkadaş grubu toplantısında tanıştık. Az ama öz konuşur haliyle dikkatimi çekmişti. Arkadaşları arasında seviliyor ve sayılıyordu. İlk anda keşfedemediğim farklı bir yönü vardı. Siyah dalgalı saçları ensesine kadar dökülüyordu. O zamanın modası ile favorileri kulak memesine kadar geliyordu. Kumral tenine çok yakışan kısa bir sakal ve kara kaşlarının altındaki ela gözlerindeki o sevgi dolu bakış.

Evet, bakışları çok farklıydı; sanki tüm sevgisini insana iletiyordu veya bana öyle gelmişti. Kısa sürede arkadaşlığımız ilerledi. Üç yıl boyunca birbirimizin adeta ayrılmaz parçası olduk. Ve şimdi nasıl ayrı kalacaktık. Kararımızı verdik; önümüzdeki yaz evlenecektik. Ama Zafer’in kafasını kurcalayan bir durum vardı.

Önce söylememesine karşın: “Nurcancığım, ailen farklılığımızı sorun yapıp zorluk çıkarabilir mi?” diye sordu. Ben; “Dilerim onları ikna ederim, sorun olmaz” deyip rahatlatmaya çalıştım.

Zafer’den ayrıldıktan sonra Ankara’da oturan amcamın evinden kardeşim Mustafa’yı alarak oradan otogara gittik.

Yol boyunca Zafer’in; “Nurcancığım ailen farklılığımızı sorun yapıp zorluk çıkarabilir mi?” sorusu ile meşgul oldum.

Okulların açılmasıyla görev yerlerimize gittik. Ben İç Anadolu’da küçük bir kasabada, Zafer ise Güneydoğu’da bir ilçede göreve başladı. Görev yerlerimizden hoşnuttuk ve halkla çok güzel ilişkilerimiz vardı. İkimiz de göreve başlar başlamaz Töb-Der’e üye olmuştuk. Zafer, kısa süre sonra ilçedeki Töb-Der[1] başkanlığına seçilmişti. Uğraşları artmıştı ama her akşam mektup yazmayı ihmal etmemişti.

Şubat tatilinde Ankara’da buluştuk. Evlenme konusunu ailelerimize açacak, evlilik hazırlıklarını yapacaktık.

Şubat tatilim, konuyu aileme nasıl açacağımın sıkıntısı ile geçti. Memleketten ayrılmama iki gün kalmıştı. Her derdimi ve sıkıntımı rahatlıkla açtığım anneme konuyu açtım. Annemin ilk tepkisi; “Bu konuyu nasıl açarım babana Nurcan. Ablan, evliliğindeki sorunları henüz çözememişken senin evlilik talebini babana nasıl söylerim. Ablanın evliliğindeki babanın karşı çıktığı sorunlar sende de var. Babanın ablanın evliliğine karşı çıktığı ve kaygılandığı konularda haklı çıkması da cabası. Bu durum da ben nasıl bu konuyu babana açarım, dedi. Çok ısrarım üzerine gitmeme bir gün kala konuyu babama açmış olacak ki aile bireylerinin tümünün olduğu akşam yemeği sonrasında köşesine çekilerek, bakışlarını tümümüzün üzerinde gezdirdikten sonra benim üzerimde sabitledi. Bu bakış, çok önemli bir açıklama öncesindeki bakıştı. Büyük olasılıkla annem konuyu açmıştır, düşüncesi ile heyecanlandım ve gözlerimi babamdan kaçırmaya çalıştım. Nitekim babam:

– Nurcan kızım, bugüne kadar sizin hiçbir hareketinizi kısıtlamadım ve size her serbestliği verdim. Çünkü biliyordum ki gerek kültürümüzün bize verdiği gerekse aile içinde size kazandırdıklarımız, sizin yanlış yapmanıza izin vermez. Ama gördük ki ablan, tüm uyarılarımıza rağmen, bu konuda bizi üzdü. Bundan, ablanın yanlış yaptığı, Kaya’nın kötü bir insan olduğu düşüncesi oluşmasın sizde. Mezhepler arasındaki farklılıklar ister istemez, aile ortamına da yansıyor. “Bir ırmakta iki kez yıkanılmaz” örneği, ikinci kez ben böyle bir evliliğe izin veremem. Uyarımıza karşın yine de “Bu adamla evleniyorum” dersen; “Haydi sana güle güle.” deriz.

Bu sözlerden sonra oda buz kesti. Kimseden çıt çıkmıyordu; kafam zonklamaya, duvarlar etrafımda dönmeye ve herkes gözüme bulanık görünmeye başladı. Hiçbir şey söyleyemedim, dünya başıma yıkılmıştı sanki. Yirmi üç yıldır, korunak yerim olarak gördüğüm evimde yalnızlaşmış, zavallı biri durumuna düşmüştüm. Bir söz söyleyen yoktu ki soluk alayım. Öylece herkes duruyordu; çünkü biliyorlardı ki babam son sözünü söylemişti!

Kendimi odama nasıl attığımı ve geçen süreyi bilmeden hıçkırıklarımı sineme gömerek, gözyaşlarımı yastığıma akıtarak geceyi geçirdim. Annemin saçlarımı okşadığını hissettim, “Geçer kızım geçer, hele biraz zaman geçsin.” sözü ile uyandım. Gece bitmedi, gözyaşım dinmedi, içimi dökecek kimsem de yoktu.

Kötü yaşamımla baş başaydım. Zafer’i her hatırladığımda boğazıma bir şeyler düğümleniyor, nefes alamaz oluyordum ve bu evden bir an önce gitmek istiyordum. Resmen kaçmak istiyordum.

Valizimi nasıl hazırladığımı bilmiyorum, kimlerle nasıl vedalaştığımı hatırlamıyorum. Son olarak kardeşimle otogarda kucaklaştığımızda Mustafa’nın yanağından süzülen gözyaşlarının, çaresizliğimizin ve umutsuzluğumuzun son damlaları olduğunu anladım.

Beş saatlik yolculuktan sonra ilçeye indim ve kasaba minibüsüne bindim. Kasabaya vardığımda her yer kardan bembeyaz olmuştu. Çam ağaçları sanki beyaz gelinlik giymişti. Ağaçların bu görünümü bile içimi burktu. Sanki herkes çaresizliğimi duymuş ve bana nispet yapıyordu.

Uzun süre soba yakılmadığı için buz gibi olan evimde, soba yakmadan kendimi yatağıma attım. Şubat tatili boyunca göğsüme hapsettiğim sıkıntılarımı, dün akşamdan beri yaşadıklarımı duyumsayarak hıçkırıklarıma gem vurmadan, ağlayabildiğim kadar ağladım. Yatakta öyle sızıp kalmışım.

Uyandığımda gecenin yarısı olmuştu. Her tarafım soğuktan kaskatı kesilmişti ve karnım da aç olduğundan daha da üşüyordum. Sadece dolapta birkaç zeytin ve bir dilim peynir vardı, onlarla açlığımı bastırdım.

Bir türlü uyuyamıyordum, oturdum, Zafer’e durumu açıklayan bir mektup yazdım. Artık tek tesellim ondan gelecek mektuplarda idi. Hemen ulaşılacak bir telefon da yoktu.

Günler nasıl geçti bilmiyorum. Zafer mektuplarında; sabretmemiz gerektiğini, babamın öfkesinin geçeceğini umut ederek bana moral veriyordu. Yemeden içmeden kesilmiştim adeta. Yılsonu nasıl geldi bilmiyorum. Her gün yazdığımız mektuplar ve yazdırıp iki gün beklediğim telefonlar benim tek teselli kaynağım oldu bu süre içinde.

Zafer, okulların tatil edilmesinden bir gün önce, haberleştiğimiz gibi ilçeye geldi ve orada buluştuk. Buluşmamız, beni tekrar hayata döndürdü. Sevgi dolu bakışları, ruhumu okşayan sözleri ve bana cesaret veren duruşu benim için moral oldu. 8 Ağustos’ta Ankara Gençlik Parkı buluşmamızda görüşmek üzere ayrıldık. Memlekete bu umutla döndüm.

Babam; kuru bir “Hoş geldin” den başka hiç yüzüme bakmadı. Annem her fırsatta bana sarılıyor, belime kadar uzamış siyah saçlarımı parmaklarıyla tarıyor ve saçımı öpüyordu. Annemin bu konuyu hiç açmaması; kardeşim Mustafa’nın, her bana baktığında göz göze gelmemek için gözlerini kaçırıyor olması ve nemlenmiş gözlerini bana göstermemek için odadan çıkıyor olması… Hiçbir şeyin değişmediğini ve babamın katı tutumunun sürdüğünün göstergeleri idi. Mustafa’nın bu davranışı umutsuzluğumu artırıyordu çünkü Mustafa benden üç yaş küçük olmasına karşın, evde beni tek anlayan o idi.

8 Ağustos buluşmamıza engel olmadılar. Kuzenim Nesrin ve eşi ile Ankara’ya gidecek, oradan İstanbul’a gidip bir süre kuzenimde kalacaktım.

Ankara’daki buluşmamıza, Zafer dışında gelen, sadece iki kişiydi. Mezuniyet heyecanı ve sevinciyle verilen sözler unutulmuştu. Bizden başka gelen sadece Fatma ile Vedat’tı. Onlar da Şubat tatilinde evlenecekleri müjdesini verdiler.

İki saat biz altı kişi güzel zaman geçirdik. Fatma ve Vedat bizden ayrıldıktan sonra, kuzenim Nesrin ve eşinin; “Gelin beraber İstanbul’a gidelim, orada sizin nikâhınızı kıyar ve hemen eş durumundan tayininizi istersiniz, yoksa amcamın bu evliliğe ‘evet’ diyeceği yok” önerisini, Zafer hemen kabul etti. “Nurcan ne derse ben kabul ederim” dedi.

Aylardır yaptığım tüm değerlendirmelerden Zafer’i çok sevmeme karşın ailem, özellikle babamın katı tavrı ve bundan sonraki yaşamımdaki belirsizliklerden dolayı, cesaretimi toplayamıyordum, karar da veremiyordum. Nesrin ile eşi bizi yalnız bıraktıkları süre içinde de hep gelecekle ilgili konuşsak da son noktayı koyamadım.

Nesrin’le eşi yanımıza geldiklerinde; “Ne diyorsun Nurcan, son kararın ne; Zafer’i de İstanbul’a götürelim mi?” sorusuna, “Hayır Nesrin sen durumu bilirsin, ben aileme karşı koyamam ama onların da dediklerini hiç yapmayacağım.” dedim. Her soruna kolayca çözümler bulan Zafer; çaresiz ve biçare bir halde susuyordu.

Zafer ile sanki birimiz ölüme gidiyor gibi birbirimize sarıldık. Güçlü kolları ile beni o denli sarmıştı ki sanki nefes alamaz olmuştum.

Nesrin ile eşi öylece durmuş bizi seyrediyorlardı. Bu olaya sadece seyirci konumunda kalan Nesrin’in eşi, yüzünü göğsüne gömmüş ve hıçkırıklarla ağlayan Nesrin’i teselli ederken, yanağından akan yaşlara da engel olamıyordu. Zafer’in kollarından ayrılırken Zafer’in kaskatı kesildiğini ve yerinde kımıldamadan durduğunu fark ettim.

İstanbul’a yolculuk saatimiz gece 22.00 idi. Valizlerimizi almak için amcamlara gittik. Amcam ve yengem üçümüzdeki perişanlığı görünce Nesrin konuyu açtı. Amcam kızdı ve “Neden bana haber vermediniz, Zafer’i bulun hepimiz İstanbul’a gider orada nikâhınızı yaparız, bundan sonra da baban benim, dedi.

Amcamın bu sözleri bana da cesaret verdi. Nesrin ve eşi de bu işe hemen atıldılar ve Zafer’i nasıl, nerede bulacağımızı düşünmeye başladılar. Trenimizin kalkmasına üç saatimiz vardı.

Tek olasılık, Zafer’i bir gün önce beraber oturduğumuz Kavaklıdere birahanelerinde bulabileceğimiz idi. Başka yer ve adresi yoktu elimizde.

Hemen taksiye atlayıp Kavaklıdere’ye gittik. Bütün birahaneleri aradık bulamadık. Bir anlık cesaret, kararlılık ve beraberinde oluşan umudum da orada sona erdi. Bitkin ve tüm umutlarını yitirmiş bir halde eve gelip valizlerimizi aldık ve ancak trenin kalkış saatine yetişebildik.

İstanbul’daki tatilim de berbat geçti. Memlekete döndüğümde bir başka haber de babamın tayinimi memlekete yapmasıydı.

Babam ilde tanınan, bilinen biri idi; tayinimi akrabalarımızın da olduğu kasabaya yapmıştı. Orada sanki gözetim altında tutulmuş gibi idim. Okullar açılmış, Zafer görev yerine gitmesine rağmen mektuplarıma cevap alamıyordum.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı tatilinden de yararlanarak Zafer, iki arkadaşıyla görev yerime geldi.

Tören sonrası benimle görüşürken babamın akrabalarının okulun karşısındaki kahvenin önünde toplandıklarını gördüm. Arabalarında yer olmasına karşın ben Zaferlerle gitmedim. Çünkü arabalarına binseydim, akrabalarımızın müdahale edeceklerini ve beni Zaferlerle göndermeyerek bir tatsızlık çıkaracaklarını tahmin ettim.

Zafer’e şehir meydanında, Munzur Vadisi’ne bakan güzel manzaralı çay bahçesinde buluşmamızı söyleyerek ayrıldık.

Zaferler gittikten sonra, babamın akrabalarından biri gelerek; “Şehre gidiyorum seni de götüreyim, minibüs beklemene gerek yok.” diyerek beni şehre götürdü. Israrıma karşın, beni direk babamın iş yerine bıraktı. Hâlbuki Zafer beni bekliyordu.

Babamı da durumdan haberdar etti ki babam beni eve götürdü; “Sana dışarı çıkmak yok” diyerek beni eve hapsetti.

Uzun süre evlenmedim. 12 Eylül askeri cuntası da zaten insanlara nefes aldırmıyordu. Özellikle Töb-Derli öğretmenlere büyük kıyım yapılıyordu.

Zafer’den de artık haber alamaz olmuştum. Mektuplarıma cevap gelmiyor, telefonlarla da ulaşamıyordum. Hem zaten hayatını karartmıştım artık ne yüzle karşısına çıkacaktım ki! Kâbus dolu yıllarım başlamıştı.

Beş yıl sonra sağlık ocağına atanan bir doktorla evlendim. Tayinimizin çıktığı Ankara’ya gitmek için otogara eşimle gitmiştik. Orada liseden arkadaşım Mahzun ile karşılaştım. Ayaküstü biraz hâl hatır sorduktan sonra; belki eşimin yanımdan ayrılmasını da fırsat bilerek; “Sana, daha önce beraber okuduğunuz Zafer Baran isminde bir arkadaşın selamını getirdim. Cezaevinde beraber yatıyorduk. Örgüt üyeliği ve yöneticiliği ile suçlanıyordu, seni görüp selamını daha önce iletemedim, kusura bakma” dedi. “Teşekkür ederim” dedim ve ayrıldık.

Ama sanki dizlerimin bağı çözülmüş, ayakta duramıyordum. Zar zor bir banka yürüdüm ve biraz soluklandım. Eşim yanıma geldiğinde bendeki bu değişikliği görünce, “Herhalde sıcaklar çarptı beni” deyip geçiştirdim ve hemen su getirip yüzümü serinletti ve bana biraz içirdi.

Her 8 Ağustos günü Gençlik Parkı’na Ulus tarafındaki kapıdan girip gölün kenarındaki çay bahçesinde, saat 14.00 ile 16.00 arasında bekler oldum.

Mustafa’dan, Zafer’in gönderdiği mektupları, babamın verdiği talimatla, postacının iş yerine getirdiğini ve bu mektupların bu nedenle bana ulaşmadığını öğrendim. Buna bir de Zafer’in mahpusluğu eklenince kendimi daha da suçlu hissetmeye başladım.

Tam yirmi yıl. Her 8 Ağustos günü bir bahane bulur, Ankara’da kalır ve Gençlik Parkı’na giderdim.

2001 yılının 8 Ağustos’unda, yine Gençlik Parkı’na Ulus girişindeki kapıdan girdim. Her zamanki gibi çay bahçesine doğru yürüyüp çevreyi gözlerimle tararken çay bahçesinin kapıya yakın masadan birinin ayağa kalktığı gözüme takıldı. Beynimde bir şimşek çaktı sanki! Hızla ve çok sert bir hareketle başımı o yöne çevirdim. Ve o sevgi dolu bakışlarla karşılaştım.

Yine “Altın tellerle ilettiği” sevgisini hemen yüreğimde hissettim ve kollarımı açarak ona doğru koştum. Ama o hiçbir adım atmadan bir kolunu açarak beni kucakladı.

Ankara’dan ayrılışımızda sardığı kucaklamadan eser yoktu. Nefesim kesilir diye beklerken sol tarafta bir boşluk ve o boşluğun altında sert bir cisim hissettim ve aniden irkilip gayrı ihtiyari bir adım geri attım ama o sol elimi bırakmadı. Gözlerimi hareketsiz kolundan ayıramıyordum ki her zamanki tebessümüyle, beni sandalyeye oturttu.

Hemen bana bir su getirtti ve derin nefes almamı önerirken sağ eliyle de sol elimi sıkıca tutmuştu. Ben ise sol kolundan gözümü ayıramıyordum. Bir süre sonra; “Gözlerimle ne oldu?” diye başımı sallayınca “Uzunca bir süre cezaevinde yattım.” dedi mağrur bir bakışla. Ben ise neler yaşadığını tahmin edebiliyordum.

O gün saat 18.00’e kadar oturduk. Soluklanmadan, yirmi yılı çok hızlı gözümüzün önünden geçirdik. Her zaman, en mutlu anımda bile, yüreğimde hissettiğim o sızıya ‘tanı’ koydum: Zafer! O sızının yaşamımla birlikte hep var olacağını anladım. Hiç birbirimizi suçlamadık. Telefonlarımızı birbirimize verdik. Zafer her zamanki duyarlılığı ile; “Seni ben aramayayım, sen ara. Senin sağlıklı haberlerini alayım bana yeter. Çünkü bugüne kadar beni ayakta tutan seni görme arzumdu. Bundan sonra da sağlıklı haberlerin olacak, dedi. Tek eliyle de olsa yine sıkıca sardı beni. Önce benim gitmemi isteyerek: “Beni, senin gidişini seyretme zevkinden mahrum etme!” dedi. Biraz uzaklaşıncaya kadar dönüp bakmadım, yağmur gibi inen gözyaşlarımı göstermek istemedim.

Gençlik Parkı’nın çıkış kapısına geldiğimde dönüp Zafer’in ayakta benim gidişimi izlediğini gördüm; son bir kez el sallarken yüreğimi ona bıraktığımı anladım.

[1] Töb-Der (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği)