“Kimseye vermiyor ki acılardan artarsa
Kuytular çıkarıyor sevişmeler onlardan
Bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla
Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan
Öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.”
( Edip Cansever)
VEDA
Dışarıda kar, yağmur birbirine geçmiş uğulduyordu. Dışarının soğuğu evlerin camlarına sirayet etmiş, buğudan perde oluşmuştu. Sobası sönen evler yavaş yavaş üşümeye başlamıştı. Saatin alarmıyla gözlerini araladı, Ferhan. Dışarıda kalan kolunu yorganın altına aldı, kendini yatağın sıcaklığına bıraktı. Saatin alarmı, yatağın sıcaklığına galebe çaldı. Ferhan, ağır ağır doğruldu yatağından.
Pencerenin camının buğusunu aralayıp dışarı baktı. Viraneye dönüşmüş kilisenin başını kar kaplamış, uçlarında bir alacalık oluşmuştu. Bakışlarını kilisenin ucuna sabitledi, onunla ilgili rivayetleri düşündü:
Kilisenin altından Ahıska’nın Bieti Kilisesi’ne kadar giden gizli gizli tüneller varmış, Gürcü ya da Ermeniler zamanından kalma. Duvarlarında şamdanların yandığı, bu tünellerin mahzenlerinde huriler yaşarmış. O huriler ki erkeklerini sıcacık göğüslerinde beslermiş. Kiliseye yaklaşanları tünelden gelen rüzgâr girdabı içine çeker, alır götürürmüş. Bu korkudan hiç kimse kilisenin yanına bile yaklaşmazmış.
Kışın gelişi ayak seslerini hissettirmeye başlamıştı. Lavaboda aynanın karşısında kendine bir gülücük gönderdi, Ferhan. Lavabonun kıpırdayan ışığı altında musluktan akan suya elini dokundurdu, suyun soğukluğu vücudunda bir dalgalanma yarattı. Soğuktan üşenerek tıraş olmaktan vazgeçti.
Ferhan, isteksizce üzerini değişip işe gitmek için aşağı indi, kilisenin tepesine bakarak. İncecikten yağan karın soğuğundan kendini korumak için paltosunun yakasıyla kulaklarını kapattı. İlçenin tek pastanesinden içeri girince kömür sıcağının kokusu karşıladı kendini. Ayaklarını sobanın yanına götürdü. Ellerini açarak sobanın sıcağının kokusunu çekti içine. İçine bir sıcaklık gelince her zamanki yerine oturdu. Pastaneci, sıcak çayın buğusuyla poğaçanın kokusunu bıraktı masanın üzerine.
Ferhan, ilçenin tek ihtişamlı binası olan kaymakamlığın kapısından içeri girince geceden kalan bir sıcaklık karşıladı kendini. Üç memur arkadaşıyla birlikte çalıştığı servise geçti, paltosunu çıkarıp vestiyere astıktan sonra ellerini arkasında birleştirerek kalorifer peteğine dayadı sırtını. İçeri giren her memur şartlanmışçasına aynı şeyi tekrarlıyordu: Kaban veya paltolar vestiyere asılıyor, eller peteklerde ısıtılıyordu. Müdür gelinceye kadar eller petekler üzerinde ısınırken ilçenin dedikodusu yapılıyordu. En çok da taşlar Ferhan’a geliyordu çünkü o kırkını aşmış tek bekâr memuruydu ilçenin. Ben olmasam bu dairenin işleri yürümez sanan çokbilmiş memur arkadaşı sözü evirip çeviriyor Ferhan’ın bekârlığına, kadınlar konusuna getiriyordu. Kadın sözü açıldığında Ferhan’ın yüzüne davetsiz bir tebessüm gelip oturuyordu.
Kendini dairenin vazgeçilmezi sanan memur: “Dağın eteğine beş yıldızlı otel açılmış, hem de uluslararası: Gürcü, Rus kadınlar gelip gidiyormuş.”
Büyük bir iştahla anlatıyor, konuştukça hazza geliyor, arada bir namus timsali kesiliyordu. “Allah oralara düşürmesin ama bu milletin ocağını söndürecek. Davarını, malını satan köylü, maaşını alan memur soluğu otelde alıyormuş, aman Allah yazdıysa bozsun!” Ferhan’a “Senin gidip gelmişliğin vardır illaki!” diyor.
Her ayın on beşinde gittiği otelde, Giuli’nin bildiği üç beş Türkçe sözcükten biri olan ve bozuk Türkçesiyle kendine “kocacığım” deyişini anımsıyor ve davetsiz tebessüm yüzüne oturuyor, içini bir hoşluk, sıcaklık kaplıyordu. Kendini ben olmazsam işler ortada kalır zanneden memurun ağzından sular akarcasına “Yediğin içtiğin senin olsun, nasıl bir yer?” sesiyle irkildi.
Müdürün, “Beyler mesai başladı!” emri veren ayak seslerini her biri telakki ederek masasının başına geçti. Ferhan, yeni ataması yapılan öğretmenlerin dosyasına konulacak evrakları düzenlemeye koyuldu. Kadın öğretmenlerin dosyasını ayrı bir özenle yerleştiriyor, yerleştirmeden önce fotoğraflarını kız istemeye giden kayınvalideler gibi süzüyor, medeni halinde bekâr yazanların yaşamında bir figür olarak yer alıyordu.
Hizmetlinin, “Ferhan Bey, müdür sizi odasına çağırıyor.” seslenişiyle yüzünü buruşturarak yavaş bir şekilde yerinden kalktı, ceketinin önünü ilikliyormuşçasına tutarak iki parmağının ucuyla kapıya hafiften dokunduktan sonra müdürün odasına girdi. Müdür, karşısındaki bilgisayar ekranına gömülmüş bakışlarını değiştirmeden “Öğleden sonra ile gidecek yazılar hazır mı?” diye sordu. Ferhan, belli belirsiz bir şekilde hazır sayılır, dedi. Müdürün bilgisayar ekranına gömülen gözlerini rahatsız etmeden sessizce kapının kolundan tutup kendini dışarı attı, dışarı çıkarken dudaklarının bile duyamayacağı galiz bir küfür savurdu.
Öğlen yemek saati geldiğinde Ferhan kimseler duymadan lokantanın yolunu tutar, her zaman aynı lokantaya giderdi. Küçücük lokantanın kapısından içeri girince gözleriyle yemek tezgâhını süzüp bir porsiyon etli yemekle az pilav söyleyip boş masaya geçerdi. Ferhan lokantaya, pastaneye, kahveye, markete ödemelerini maaşını aldığı zaman yapardı.
Mesai bitimiyle birlikte soluğu kahvehanede alırdı. İlçenin tüm memurları mesaide omuzlarında biriktirdikleri gerginlikleri okey taşlarına ya da oyun kâğıtlarına bırakmak isterlerdi. Dört oyuncu maça başlamanın heyecanını yaşarken etraftaki yancılar gelen giden çaydan, kahveden memnun bir şekilde taraftarlık görevlerini yerlerine getiriyorlardı. Oyuncular, kızgın boğa güreşçileri gibi gözleri her şeyi kızıl görüyor, ağırsıklet boksörleri gibi yumruklar masaya bir inip bir kalkıyordu.
Yenilenlerin omzunda biriktirdikleri gerginlik artarken yenenler öfkelerini, gerginliklerini masada bırakarak ayrılıyordu kahveden. Yense de yenilse de masayı en son terk eden Ferhan oluyordu. Kahvehaneden ayrıldıktan sonra bir ekmeği poşet içinde sallayarak evin yolunu tutuyordu.
Karanlığın erken çöktüğü, yağan karın kömür kokusu ve dumanına dayanamadan yağmura dönüştüğü gecede köpek havlamaları kaplıyordu her yeri. Kül rengi hayatların üstü duman, karanlık ve köpek havlamalarıyla kaplanmıştı. Karanlığın içinden kıvrılarak kendini bekleyen soğuk yalnızlığına doğru yol alan Ferhan, tek katlı evin donmuş kilidini açmaya çalışırken gözleri kilisenin alacalaşmış duvarına ilişti.
Gıcırdayan kapının aralığından içeriye girdiğinde kendini közünden küle dönmüş sobanın soğukluğu karşıladı. Sobanın soğukluğu yalnızlığını anımsattı. Bezgin bir şekilde sobaya yöneldi. Sobanın içinden kül içinde buz kesmiş kovayı alıp külünü dışarı boşalttıktan sonra odun ve kömürle doldurup tekrar sobanın içine yerleştirdi. Sobanın üstünden verdiği ateşle tutuşturmaya çalıştı sobayı. Soba soğukluğundan o kadar memnundu ki tutuşmaya hiç niyeti yoktu. Anasının, “sobayı her zaman alttan tutuşturacaksın” sözünü anımsadı. Gözleri dalıp gitti çocukluğuna.
Odayı ateşi tutuşmayan sobanın dumanı sardı. Sobayı alttan üfleyerek tutuşturmaya çalışan Ferhan, sobanın püsküren sesiyle dışarı çıkardığı dumanı genzinde hissetti. Soba oflayıp puflayarak içindeki öfkeyi dışarı atmaya çalışıyordu. Soba yavaş yavaş tutuşurken aralanan pencereden içeriyi dolduran duman dışarı kıvrılıyordu. Ferhan, açılan pencereden sulu sepken ve köpek havlamaları içinde kalan karanlığın altında kalan kilisenin uç noktasına sabitledi gözlerini. Karanlığın uç noktasında Giuli’nin sesi değdi gözlerine. “Kocacığım” deyişini hatırladı, yüreği ürperdi. Gocuğunu arkasına geçirdi. Gözlerine değen sesi aramaya dışarı çıktı. Soba kendi yalnızlığında kaldı, içeride. Soba içeriyi ısıtırken Ferhan içini nahoş eden “kocacığım” sesini arama yolculuğunda…
Karanlığa sıkılmış kurşun gibi fırladı dışarı. “Kilisenin mahzenlerinde yaşayan huriler…” diye kekeleyerek hızlı adımlarla sulu sepken yağmur ve köpek havlamalarının kurşuni ağırlığında karanlığı delerek kiliseye doğru yol aldı. “Huriler, huriler!” “kocacığım!” sesleri çınlıyordu kulaklarında. Ökçesine basılarak giyilen ayakkabılar Ferhan’ın gidişine engel olmak istiyor, haberleşmişçesine sırayla ayağından çıkıyorlardı. Ayağından çıkan ayakkabılar hızını engellese de öfkesini arttırıyordu. Ayakkabıların kendini engellemesine dayanamayıp ilk önce biriyle vedalaştı.
Karanlığın arasından içine dokunan bir kar kokusu geçti. Havanın soğuğu öyle keskindi ki içine işledi. İçinin ateşinde kar kokusu dolaşıyordu. Bu koku içindeki korkuyu alıp gitmişti, aklıyla birlikte. Bir tek noktaya kilitledi kendini. Kiliseye kavuşmak. Kiliseye kavuşmak… “Huriler, huriler…” “Göğüslerinde erkekleri besleyen huriler…”
Ferhan, artık sanrılar içinde yaşıyordu. Sanrılar onun gerçekliği olmuştu. Hızlı adımlarla kar kokusunu içine çeke çeke, karanlığı yara yara, kesin adımlara yürüdü, kiliseye doğru. Kiliseye ulaşınca duvara sırtını dayayıp karanlığın içinde kaybolan evinin bacasını aradı gözleri. Her nedense gözleri evin bacasından kıvrıla kıvrıla çıkan bir duman görmek istedi. Karanlığın içinde duman rengini görmedi.
Bedeninin tüm yükünü kilise duvarına dayayıp karanlıkta kaybolan nesneleri gözlerine değdiremedi. Karanlıkta geçmişini aradı, bir şeyler bulma umuduyla. Dünyaya sırt çevirmişçesine yüzünü kilise duvarına döndü. Karanlığı delen köpek havlamalarını dinledi. Uzaklarda bir umut arayan havlamaları… Köpek havlamalarındaki acıyı, kederi, hüznü, yalnızlığı hissetti yüreğinde. Her havlamanın ayrı bir dokunuşu vardı.
Virane olmuş kilisenin dökülen taşlarından tutunmaya başladı. Bakışlarını duvarın en uç noktasına sabitledi. En uç noktaya çıkabileceği yerlere göz gezdirdi. Duvarın üstünde tutunabileceği gedikler aradı. Yılların güneşi, yağmuru, karı, rüzgârı; kargası, serçesi güvercini, baykuşu kilisenin bir yerini kendine mekân tutmuştu. Ferhan’ın istediğinden daha fazla gedik açılmıştı duvar üzerinde yıllar içinde.
Yavaş yavaş tırmanmaya başladı kilisenin uç noktasına doğru. İlerledikçe kalbinin atışları daha belirgin hissetmeye başlıyordu. Sulu sepken yağmurun ıslaklığı kendini engellemeye yetmiyordu. Giuli’nin “kocacığım” sesinin kokusunu alıyor, meskenlerdeki hurileri düşünüyordu. Düşündükçe nefes nefese kalıyor, tırmandıkça bazen geldiği yola bazen de uç noktaya sabitliyordu bakışlarını. Tırmanırken durup bekliyor, kendini yere koyuverecekmiş gibi duruyordu. Tekrar vücudunu kaplamış ani bir titreşimle yukarı tırmanmaya devam ediyordu.
Kilise duvarının en üstüne oturdu. Kalenin burcunda etrafı izleyen komutan edasıyla baktı, karanlığa. Gözüne ve ruhuna dokunan hiçbir şey bulamadı. Yavaşça döndü yüzünü kilisenin içine doğru. Karanlığı bölen köpek havlamaları içinde ayağının birini yavaşça uzattı aşağıya, tutunacak bir yer aradı. Ayağı tutunacak bir yer ararken Giuli’nin kendini çağıran sesini duydu. Ayağını bir gediğe yerleştirdi, elleriyle duvarın üstündeki bir taşa tutundu. Kilisenin içine bakmaya yeltenirken yılların güneşine, rüzgârına, yağmuruna, tipisine, boranına dayanan tutunduğu taş parçası; zamanı gelmişçesine bir yıldız kayarcasına Ferhan’dan önce elveda dedi.