SIDDIK SERT/SELMAN

Selman

Karlarla kaplı heybetli dağların başı dumanlıydı. Dört yaşına henüz girmiş kızım çevresine olan aşırı merak duygusundan çok aslında uzun süredir sonsuz beyazlık içinde yaptığımız monoton yolculuktan sıkılmıştı. Otomobilin arka koltuğunda ilgi ve dikkatini çekecek yeni şeyler aradığını kestirmek güç değil. Bu yüzden beş-on kilometrede bir yerinden usulca kalkıp umutsuzca önce yan camdan uzun uzun çevresine bakıyor, sonra sitem dolu bir sesle sorduğu soruların cevabını bekliyor.

“Baba geldik mi gelmedik mi?”

Kızımı üzmemek için her seferinde “Az kaldı” demekle yetiniyordum. Çünkü çocuklar sabırsızdır, çünkü çocuklar kırılgandır. Büyüklerin yaptığı ciddi işleri asla sevmezler. Çabuk sıkılır, her şeyin hemen olmasını isterler.

Bölge müdürlüğüm nihayet onaylanmış eşim ve kızımla Erzurum’a gidiyorduk. Yolculuğu daha güneyden yaparak -söz verilmiş- eski bir dosta uğrama fikri zihnimde canlanınca hafızamın derinliklerinde saklı hatıralarla dolu o değerli günler tüm berraklığıyla ortalığa serildi. Ancak seçilen güzergâh diğerine nazaran hayli uzun ve konforsuz… Bir vefa borcu olarak Selman’a uğrayıp “Merhaba!” demek ve söz verdiğim çayını birlikte içeceğimizi düşündükçe içimde gittikçe artan heyecanımı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaran tuhaf bir mutluluk kabarıyor. Bingöl’ün Karlıova İlçesi, Yolçatı Köyüne yaklaştıkça kızımın sorduğu soruların fasılaları artmaya başladı. Belli ki bu ıssız yolda, karlar üstünde yapılan uzun, beyaz yolculuk ruhunu iyice sıkmıştı. Arka koltukta saatlerce yalnız oturmaktan bunalmıştı. Her çocuk gibi kendi iç dünyasından uzaklaşıp gerçek dünyaya dönünce her seferinde o can alıcı soruyu tekrarlıyordu:

“Öf! Baba, geldik mi gelmedik mi?”

Yol sakin, şimdi anılar berrak zihnimde rahatlıkla dolanıyor. On yıl kadar oldu, Teknik üniversiteyi bitirir bitirmez makine mühendisi olarak yedek subaylığımı yapmak üzere İstanbul’dan Kars’a gelmiştim. Öğrencilik yeni bitmiş, kaygılardan uzak hayat, acımasız gerçek yüzünü henüz göstermemiş, her şey tozpembe hülyalar içinde… O zamanlar yirmi üç yaşında dört aylık yedek subaydım. Selman’ı ilk tanıdığımda yirmi yedi yaşlarındaydı. Aramızdaki yaş farkından ziyade Selman ağabeyin vakur duruşu, olgun tavırları, insana huzur veren bakışı ve yaşının kat kat fazlası acılar çekmiş birisi olmasından dolayı askeriyedeki katı hiyerarşik kuralları ve astlık üstlük münasebetini bir kenara bırakıp içimden ona hep ağabey demek gelirdi.

Kars’ın en yüksek yeri Çakmak Kışla… Öğlen içtimasında bölüğe yeni katılan acemi erlerin dağıtımı yapılacak. Sıra halinde toplanmış erler hangi takıma verileceklerini sabırsızlıkla bekliyor. Takım komutanlarının tek derdi en vasıflı askeri takımına alabilmek; acemi erlerin gönlünde yatan ise en rahat askerlik yapacakları bölük komutanı postası (Emir eri), bölük yazıcısı ya da komutan şoförü olma arzusu… Ancak Selman’ın böyle bir kaygı ve düşüncesinin olmadığı daha o gün belli oldu. Arka sıralarda aniden yere düştüğünde hepimiz çok şaşırdık. Yerdeyken kaskatı sıkılmış yumruğunu, ağzından saçılan köpükleri ve balık gibi çırpınışlarını görünce iyice panikledik. Hemen herkes yardım etmeye, atadan kalma bildiği bir yöntemle onu ayıltmaya, ayağa kaldırıp kendine getirmeye uğraşırken bölük komutanının sert ve acımasız komutuyla irkildik. Belki bu konulardaki tecrübe ve uzmanlığından olacak sükûnetini maharetle korudu. “Kaldırın şunu, hiçbir şeyi yok!” Ardından devam etti: “Böylelerini çok gördüm ben, numara yapıyor! Hep çürük alıp askerlikten kaytarma derdindeler!”

“Merhamet” satın alınamayacak kadar pahalı… Hayat, hümanizmin dibini sıyırmaya başlarken önüme çıkaracağı daha nice acı gerçekle karşılaşma gücünü kendimde bulmak için şimdi ruhumda cesaret biriktirmeye başlamıştım. Selman, kendinden geçmiş yerde kıvranırken erlerin dağıtımı devam etti. Bir gözüm Selman’da. İlk defa karşılaştığım böyle bir olayı izlemeye gözlerimin ve vicdanımın tahammülü yoktu. Kasılmaları, titremeleri yavaş yavaş azalıp sakinleşti. Ancak yattığı yerde, ağzında biriken köpüklerle hırıltılı ve zor nefes alıyordu. Bölük komutanı dağıtımı tamamladı. En sona kalan Selman’ı tuvalet temizliği görevine verdi. Bu görevi verirken bile ondan iğrendiği çatık kaşlı bakışlarından anlamak güç değildi. Selman’a acıdım. Ya tuvalet temizlerken yine bayılırsa? Tek başına düşüp başını fayansa çarpabilir. Aşırı tedirginliğim davranışlarıma da yansıdı. Selman’ı benim takıma vermesi için bölük komutanına rica edip yalvardım. Küfretmişim gibi yüzüme sert sert baktı. Kaşları iyice çatıldı. “Peki! Al bakalım bu pis hastalıklıyı ne yapacaksan! Şunun surata bak! Al senin olsun!” dedi. Ben de ona pis pis baktım. Ancak komutana ‘pis bakmak’ suç ve yasaktı.

“Babaa! Baba diyorum! Geldik mi?”

Selman, zayıf, incecik bir dal gibi, doğru dürüst Türkçe bile konuşamıyor. Yaşlarını hatırlayamadığı ancak boylarını tahmin ve tarif edebildiği üç kızını, elinin ayasını yere paralel yaparak; şöyle bacak boyunda üç seviyeyi kabaca işaret ediyordu. Gösterdiği her seviyede, siması gözünün önüne gelen kızına sahip olmanın tarifsiz mutluluğunu içinde yaşıyor, ışıltılı gözleri özlem ve hasretle yaşarmaya başlıyordu. Askere yedi yıl geç gelmiş. Sebebini Irak’ta tutuklu kalmasına bağlıyordu. Aslında son derece sağlıklıyken evliliğin sorumluluğu ve yoksulluğun dürtmesiyle yıllar önce bir kamyonda muavin olarak işe başlamış. Irak’a mal taşıyıp dönerken de yedek depolarını kaçak mazot doldurup satıyorlarmış. Bir seferinde sınırda Iraklı polisler rüşvet istemişler, vermeyince de sudan sebeplerle sorgusuz sualsiz hapishaneye atmışlar.

“Saddam’ın zindanları” diye bahsedip devam ediyordu Irak’ta geçirdiği günler için. Hapishanede üç yıl altı ay kaldım. Çok eski, köhne, ahır gibi yerlerdi. Günler süren işkenceler ediyorlardı. Hücrelerden sürekli çığlıklar ve ağlama sesleri yankılanırdı. Yemekler, hücrelerin önünden hızla geçen el arabalarında dağıtılırdı. Sadece bir öğün… Demir parmaklıkların ardından avuçlarımızla almaya çalışırdık. Parmaklığın önünden tek seferde geçen arabadan artık ne kadar yiyebilirsek… Ölmezdik ama çoğu zaman aç kalırdık. Gardiyanlar açlığımızla alay eder, yemek almak için parmaklıklara çok yaklaşanların kafalarına eğlence olsun diye copla vururlardı. Bir seferinde benim de kafama vurdular, bayılmışım. Uyandığımda günler geçmişti. Sonra bu hastalık peyda oldu. Sık sık düşmeye başladım. Hastalandıktan altı ay sonra sınır dışı ettiler. Irak’tan dönünce üçüncü kızımın doğduğunu ve neredeyse üç yaşına bastığını öğrendim. İki hafta sonra da köye jandarmalar geldi. Kızlarımın hasretiyle yanarken askere aldılar.”

Yeryüzünde var olan bütün acılardan tatmıştı Selman. Yoksulluk ve çaresizlik içinde doğup büyüdüğü ve “kader” olarak üstüne yapışmış coğrafyanın ona biçtiği değer ve sunduğu kısıtlı imkânlar ölçüsünde, sürekli içinde taşıdığı eziklik duygusu ile gelişen kişiliğinden dolayı bir ömür kuyruk kısarak yaşamıştı. Buna rağmen kimseye kızmıyor, mahzun bakışlarında gülücük eksik olmuyordu. İyilik dolu kalbi yalansız dolansızdı. Yıllar sonra onu görecek olmanın heyecanı içimde giderek artıyor. Yüreği ve düşüncesi temiz, riyakârlık nedir bilmeyen gerçek bir dosta gidiyordum. Kim bilir ne kadar sevinecek? Belki tamamen iyileşmiştir. Aradan, birbiri üzerine hoyratça devrilen yıllar geçmişti. Şimdi iki dostun buluşması mükemmel olacaktı. Onu hatırladıkça hafızama kazınan ilk görüntüsünü; bölüğe geldiği ilk gün içtima alanında düştüğü halini asla unutamam. İnsan kafasının yere çarptığında ortalığa yayılan o korkunç, doygun kafatası sesini zihnimden bir türlü atamadım. Onu öyle hayal edince Selman’a biçilen yaşamın bir parça eksik veya defolu olduğunu, kişiliğiyle mütenasip olmayan bir hayat sunulduğunu üzüntüyle düşünürüm.

İşte o içtima alanında, yere düştüğünde vicdanımın etkisiyle ilk aklıma geleni bölük komutanına söylemiştim. Selman’ın benim takımıma verilmesini istediğimde bu işe en çok diğer takım komutanları sevindi. Böylece hastalıklı, iş göremeyecek, cahil birinin takımlarında olmasından kurtulmuşlardı. “Al o zaman, al senin olsun! Ne yapacaksan!” diye hükmedip yüzünü ekşitti bölük komutanı. Giderken de bana dönüp: “Dağıtımdan sonra odama gel asteğmenim!” diye emretti. Çok önemli bir şey söyleyecekti muhakkak. Sesinde buyurgan ve önemli bir iş yapıyormuş havası vardı. Beni tebrik edecek, Selman’ı sahiplenip ülkemize yararlı bir asker haline getireceğim ve yaptığım fedakârlık için bana teşekkür edecekti.

Odasına girmeden önce kapıda dikilen postasına bölük komutanını sordum. Kaşıyla işaret edip “İçeride” dedi. Kapıyı vurup bekledim. Kalın ve gür bir “Gel!” sesi ile içeri girdim. Yüzbaşı yüzünü pencereye dönmüş, donuk donuk dışarıya; yapraksız çıplak ağaçlara bakıyordu. Esas duruşa geçip başımla sertçe selam verdim. Döndü. Sigarasından derin bir nefes daha aldı. “Hah! Sen mi geldin asteğmenim!” derken ağzından hâlâ duman çıkıyordu. Koltuğuna gömüldü, elindeki çakmağı birkaç kez yukarıya atıp aynı beceriyle tuttu. Mühim bir şey konuşacakmış gibi gırtlağını temizledi. Sonra sesini kalınlaştırdı. Kaşlarını çattı.

“Bak asteğmenim! O askeri tuvalet temizliği için Raci Başçavuşa verecektim. Onun gibilerle ancak o uğraşır. Ama orada, içtimada sen talip olunca bir şey demedim. Bak! Bu asker malum yöreden, oradan da pek iyileri çıkmıyor maalesef. Üstelik bunlar karmakarışık. Yani, bak asteğmenim bunlar pis, frengili, tohumları bozuk anlayacağın. Dikkat et! Gözünü ondan ayırma. Böyleleri çürük almak, görevden kaçmak için sık sık böyle numaralar yaparlar. Gözünü de dört aç! Yoksa bozuşuruz. Giderken postaya söyle Raci astsubay imzalanacak evrakları getirsin! Kapıyı da çek!”

Çektim. Doğruca takım komutanları odasına giderken bir süre ne yaptığımı, bu güne kadar sorunsuz giden askerliğimi tehlikeye attığımı düşündüm. Sonra eğitim alanına gittim. Yeni gelen erlere selamlama gibi basit eğitimler veriliyordu. Bir süre Selman’ı uzaktan izledim. Kara haber tez duyulur; ertesi gün mesai başlangıcında servisten inerken takımdaki askerlerden biri Selman’ın gece nöbette sara krizi geçirip yere düştüğünü, burnunun kanadığını, alnında bir morluk oluştuğunu, bölük komutanının çok sinirlendiğini, söyledi. Selman’ın gerçek epilepsi hastası olduğu artık kesin. İnsan bilerek kendini yüz üstü yere atabilir mi? Vicdanlı her canlı acı çeker. Ona karşı acıma duygularım iyice arttı. Az sonra komutanın postası soluk soluğa koşarak geldi. Yüzbaşı beni çağırıyordu.

“Söylediklerimde ne kadar haklı olduğumu gördün mü asteğmenim!” diye, hışımla gürledi. “Ben bunların ciğerini bilirim ciğerini! Bak! Seninki nöbetten kaytarmak için kendini yere atıp sara numarası yapmış. Gece yarısı revire götürmüşler. Bütün tugayı ayağa kaldırmış. Sana söyledim, bunlar frengili, bunların tohumu bozuk, iflah olmaz! Bu askeri mutfağa bulaşıkhaneye filan ver, başımıza bela olmasın!”

“Komutanım!” dedim. “Orası daha tehlikeli, bir şey olursa tugay komutanına derdimizi anlatamayız. İsterseniz benim posta olsun, gözümün önünde, getir götür işleri falan yapsın. Müsaade ederseniz daha emniyette olur. Hem de başımıza bela olmaz.”

“Al ne yaparsan yap! Benim gözüm görmesin de. Ama bu son şansın unutma, bir şey olursa hesabını sen verisin!”

Selman’ın gülmez talihi burada da yakasına yapıştı. Sonraları birkaç defa daha düştü. Bazen ben de şahit olurdum düşüşüne. Ne illet bir hastalık şu epilepsi! Onun düşüşünü görmek dünyanın düşüşünü görmekten beter. Yüzüne yayılan sancılı kasıntılar ve ağzından çıkan boğuk köpüklü hırıltılar duyarlı ve merhametli bir insanın dayanamayacağı kadar acı verici. Onun ansızın düştüğünü görmekten çok bir dahaki sefere nerede ve nasıl düşeceğine ilişkin vicdanı yaralayan sancılı tahminleri de insanın zihnine sokuyor. İnsan başının betona sertçe çarpmasıyla havaya yayılan sesi hangimiz tahmin edebilir?

“Baba! Sana diyorum, geldik mi gelmedik mi?”

Selman, Yolçatı köyünden Tütüncü Selman’ın oğluymuş. Askere geç gelmişti. Hikâyesini sorduğumda ilk defa insan yerine konulmuş olmanın verdiği mutlulukla gözlerinin içi gülerdi. Kızlarına çok düşkündü. Onlardan bahsederken sevinç ve özlemle gözleri yaşarırdı. “Komutan, ben kapıda beklemek istemem. Ben de arkadaşlarımla çalışmaya, eğitime gitmek isterim” diye yalvarırdı. Aslında uygun görmemekle birlikte “Olabilir” dedim. Ona diğer erlerin küçümseyerek, iğrenerek bakmasına engel olacaktım. Kamyonla toplanan çöplerin kışla dışında bir araziye götürülüp kürekle boşaltma gibi basit bir göreve gönderdim.

Garibandı. Onu askeri kantinde arkadaşlarının yanında alışveriş yaparken hiç göremezdim. Hafta sonları diğer erler gibi şehir iznine çıkıp eğlenmezdi. Belki bir çay parası dahi yoktu. Onun bu durumuna acımaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. Bu acımalara şimdi bir de vicdan azabı eklendi. Akşamüstü onu revirde gördüğümde ne büyük bir hata yaptığımı anladım. Kamyondaki çöpler boşaltılıp yakılırken uyanık erler görevi Selman’a devredip sigara molası vermişler. Alevlenen çöpleri karıştırırken sarası tutmuş ve alevlerin içine düşmüş. Kafasındaki kepe rağmen başının yarısına yakın yeri yanmıştı. Bütün bu olanlara tahammül edecek gücü kendimde bulamadığım anlardan biriydi. Selman’ın revirdeki yanık tedavisi on beş gün sürdü. Onun bu durumda bir gün bir yerde düşüp öleceğini ve arkasına kalan üç çocuğunu düşündükçe sıkıntılar basıyordu. Bölük komutanının öfkeli homurtuları ve pis bakışlarının ardından nihayet askeri hastaneye Sarıkamış’a sevk edildi. Bu halde askerlik yapmasına zaten imkân yok. Çürük raporu almasına ilk ben sevinecektim.

İki gün sonra askeri hastaneden dönen otobüsten inerken yüzünde umutla karışık bir sevinç göze çarpıyordu. Yüzüne yapışmış o masum gülüşünü asla unutamam. Ancak elindeki raporda “Temaruz” yazıyordu. Özetle herhangi bir rahatsızlığı yok. Doktorun verdiği temaruz raporuna bile kızmıyor, ancak peygamberlerde gözüken sabır ve olgunlukla gülümsüyor. Verilen olumsuz rapor için alçakgönüllülükle doktoru haklı çıkaracak kendince sebepler bulmaya çabalıyordu. Selman’ın bu engin mütevazılığında yatan şey, her daim içinde var olan insana olan sevgi ve saygısıydı.

“Baba?”

“Efendim kızım.”

“O zaman geldik mi yoksa daha gelmedik mi?”

“Az kaldı kızım.”

“Neye az kaldı?”

“Selman’a”

“Selman kim?”

“Eski bir dost”

“Dost ne?”

“Hani senin kreşte arkadaşın var ya”

“Boncuk gibi mi?”

“Evet. Boncuk gibi.”

Kreşte, gözleri mavi olan arkadaşına “Boncuk” ismini takmışlar. Kızımın sabrı tükeniyor. Dört yaşındaki her çocuk gibi o da her şeyi merak ediyordu. İki buçuk yaşına kadar hiç konuşmamış, dili çözülmeyecek diye doktorlara götürmüştük. Şimdi ise susmak nedir bilmiyor, her şeyi soruyor. Arada eşim veya benle sohbet edince rahatlayıp tekrar arka koltuktaki oyuncaklarına dönüyordu. Çocuk bu; kim bilir onun dünyasında bu yolculuğun nasıl bir anlamı var. Hafızasına kazınan bu ziyareti ya hiç hatırlamayacak; belki de gurur duyacak.

Selman’ın yoksul olduğunu anlamak zor değil. Arada yaptığım yardımları da nezaketle geri çeviriyordu. Nöbetçi olduğum akşamlar onu biraz daha yakından tanıyordum. Kalbi ve düşünceleri tertemiz naif kişilikli, ince ruhlu, ağırbaşlı, bir o kadar da mütevazı ve alçakgönüllü… Kaba saba dış görünüşüne bakınca onun böyle hassas bir ruha ve kişiliğe sahip olabileceğini asla tahmin edemezsiniz. Aramızda görünmez bağları olan güçlü bir dostluk kurulmuştu. Ancak bu illetten çok çekiyordu. Nöbetçi olduğum akşamlar takım komutanı odasında beni bekler, çayımı getirip ufak tefek temizlik işleri yapardı. O akşam kapıyı açıp aniden odaya girmemle şaşırdı, panikle tütün koyduğu tabakası yere düştü. Tabaka yere düşünce ortalığa yayılan çınlama sesi kulakları rahatsız etti. Ama iş işten geçmişti. İnsan dikkati saliselik olayları bile algılıyor. Yanına oturdum, sapsarı tütün konulmuş sigara kâğıdı da elinin titremesine ayak uyduruyor. Aceleyle tabakayı yerden aldı. Tabakanın üzerine zirvesi karlı yüksekçe bir dağ ile oran ve perspektiften uzak en az dağ kadar büyük bir keklik resmi işlenmişti. Beni görünce muhteşem güzellikteki tabaka ve muhtar çakmağı elinde dona kaldı. Askerde kaçak sigara sarmak yasak! Güvenimi sarstığını düşünüp utandı. Mahcup yüzünde zoraki gülümsemeye benzer çizgiler oluştu.

“Korkma! İçebilirsin.”

Kaçak tütün ve sarma sigaranın yasak olduğunu, ancak parasızlık yüzünden filtreli sigara alamadığı için sarma sigara içtiğini ikimiz de biliyoruz. “Bir tane de bana sarar mısın?” dedim. Sevindi. Bağdat’tan alınmış işlemeli güzel bir tabakaydı. Pırıl pırıl parlıyor. Tabakaya, bir arkeoloğun toprağı eşeleyip binlerce yıldır toprak altında kalmış heykelin başını gördüğünde duyduğu heyecana benzer bir ifadeyle baktığımı görünce gözlerinin içi güldü. Tabaka ve çakmak olan avuçlarını bana doğru uzattı.

“Bunlar senin komutan!”

“Hayır hayır! Alamam.”

“İçimden geldi, almazsan darılırım.”

“Alamam!”

“Alacaksın.”

“Alamam, sana lazım.”

“Bunlar artık senin, bir gün nasıl olsa alacaksın!”

Sigarayla birlikte birer de çay içtik. Çayını ayakta yudumladı. “Hastalığın nasıl?” diye sordum. “Hiç düşünmüyorum artık” derken gururlu yüzünde mutluluk ifadesi belirdi. Sağlıklı olduğunu bölükteki herkese ispatlamak zorunda hissediyordu. Özellikle de bana karşı mahcup olmaktan korkuyordu. Terhis zamanım geldiğinde en çok onu burada yalnız başına bırakacağım için üzüldüm. Elimi sıkıp sarıldı: “Güle güle komutan!” “Ama bana söz ver, bir gün mutlaka köyüme, Yolçatı’ya geleceksin, unutma!..”

Baba! Baba sana diyorum! Geldik mi?”

Gaza bastım. Aracımız köye yaklaştıkça heyecanım kat kat artıyor, epeydir özlemini çektiğim dostuma kavuşacak olmanın sevinci yüzümün ve bedenimin bütün hareketlerine yansıyordu. Önce Karlıova’ya oradan da Yolçatı’na doğru ıssız yollara saptık. Her taraf bembeyaz kar altında. Köye vardık, ortalıkta kimsecikler yok. Uzaktan köpekler ürüyor, hafif bir sis karanlığı ve kasveti daha da arttırıyordu. İçimde garip bir sıkıntı, tarifi imkânsız tuhaf bir kaygı ve endişe… Yoldan geçen birine Selman’ı sorduk. Çizgili yüzü gülümseyerek, yolun sonunda bir bakkal dükkânı işlettiğini söyledi. İçim içime sığmıyor. Arabayı tekrar çalıştırıp Selman’a doğru sürdüm. Neredeyse iki yüz metre yol kalmıştı. Kara gömülmüş taş yapılı, derme çatma, çatısı paslı tenekelerden küçük bir ağılı andıran köy bakkalının önünde durduk. Önünde file içerisinde rengârenk birkaç plastik top olmasa orada bir bakkal olduğunu uzaktan baktığınızda anlamazdınız.

Arabadan indik. Dükkânın kapısını heyecanla açıp içeri girdik. İçeride yaşlı, beyaz sakallı bir ihtiyar… Her biri kendi içinde yüzlerce hikâye barındıran kırışık çizgili yüzünde artık kaybolmak üzere olan küçük yeşil gözleri canlandı. Acıyla gülümsedi ve sanki yıllardır beklediği bir dostu görmenin mutluluğu yüzünde belirdi. Soba başında oturduğu hasır iskemleden zorlukla ayağa kalkmaya çabaladı. Heyecanla bana ve eşime baktı. Hemen sonra titrek sesine yapışan sevinçle “Sen O’sun, hoş gelmişsin!” dedi.

“O, kim?” dedim.

“Hamdi Asteğmen” dedi, gözlerinin içi gülerek.

“Selman’a gelmiştim burada olduğunu söylediler”

“Selman benim kurban!” Yüzünde mutlulukla üzüntü arası değişik mimikler birbirine karıştı. İkimiz de donakalmıştık. Ne söyleyeceğimi ne soracağımı bilemiyordum. Onun nerede olduğunu sormaya bile cesaret edemiyordum. İhtiyar beni tanımıştı, ya Selman? Onun nerede olduğuna dair vereceği cevaba hiç hazırlıklı değildim. İhtiyar bir ara kendine gelir gibi oldu. Titrek elleriyle bisküvi kutusundan bir avuç aldı, sevgi sözleri mırıldanıp kızıma verdi. Sonra iki büklüm halde tezgâhın ardından iki iskemle çıkarıp gülümseyerek eşimin yanına koydu. Yüzündeki derin çizgiler ve acıyla karışık mahcup bir sevinçle bana bakmaya devam ediyordu. İskemleyi başıyla işaret edip buyur etti.

Cesaretle “Selman?” dedim.

Yüzünün rengi değişti. Aniden kâğıt gibi soldu. İsteksizce kalktı. Bana vereceği bir cevaptan dolayı üzüleceğimden korkar gibiydi. Titreyen dudaklarıyla anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Tezgâhın ardına geçti. Eğildi bir şeyler aradı. Yıllardır ellenmemiş kutsal bir emanete dokunur gibi bir bezi özenle açtı. Parlak ve aydınlık bir ışık yayıldı. Üzerinde, zirvesi karlı bir dağ ve en az onun kadar büyük keklik resmi işlenmiş olan gümüş bir tabaka ile muhtar çakmağını buruşuk titrek elleriyle avucuma bıraktı.

“Hamdi Asteğmen, bunlar senin, neredeyse on yılı geçkin saklarım!”

Korkunç bir anlama dönüşen bu kelimeler adeta zihnimin içinde yankılandı, sonra bir daha da kaybolmamak üzere boşlukta bilinmeyen bir yere doğru yükseldi. İhtiyar, acı dolu geçip giden yıllarına hasretle bakar gibiydi. Gözlerinden süzülen bir damla yaş dudaklarının kenarından süzülüp çenesindeki sakallarına karışıp kayboldu. Eşim ve çocuğum ne olduğunu anlamamışlardı. İçimden geçenlerin bende yaratacağı etkiyi azaltmasını umut ederek ve düşüncelerimi dağıtmak için bir süre sürgüsü açık teneke sobanın harlı, kızıl ateşine baktım. Böylelikle gözlerimde biriken nemi kurutacağımı umuyordum. Alevin ışığında oluştu nemli gözümdeki gökkuşağı… Utancımdan ağlayamıyorum. Sırtımdan soğuk terlerin bir iz yaparak aşağıya indiğini hissettim. Yaşlı ihtiyarın acı çeken yüzü ağlamaklı, buruşuk yuvalarında kaybolmuş yeşil gözleri nemli. Ama alınacağımızı düşündüğünden metanetli ve en az Selman kadar olgun davranmaya çabalıyordu.

“Eve gidelim, bu gece misafirimsin.”

Selman’ın hatıraları ve yokluğuna ilişkin acısıyla yanıt vermekte zorlandım. Bir süre daha küçük bakkal dükkânında oturduk. Yaşlı babası ahraz gibi hiç konuşmadı. Sadece gözlerimizle, bakışlarımızla, suskunluğumuzla konuşuyorduk. Söyleyeceği her şeyi ihtiyarın gözlerinde zaten görüyordum. Kırışık göz kenarlarının içinde kaybolmak üzere olan iki ufak zeytin tanesi gibi yeşil gözleri mecalsizce yuvalarında dönüp, yılların birikmiş dertlerini dış dünyaya aktarmaya çabalıyor. Bunu yapmakta oldukça başarılı sayılır.

Onun bu suskun acı çeker gibi bakışları ile anlattığı acıklı hikâyeyi kavramam çok uzun sürmedi. Aracıma binerken de aynı yaşlı ve nemli gözlerin bundan sonra benim yaşayacaklarım için de üzüleceğini anlamam zor olmadı.

Henüz köye giderken bile içimde biriken tuhaf kaygı ve sıkıntının varlığını inkâr edemezdim. Şimdi dönüş yolunda eşimin kullandığı arabada sessizlik hâkim. Kimseden çıt çıkmıyor. Araba sanki kendi başına gidiyordu. Yüzümü yan cama yaslamış, yavaş yavaş geride kalan karla kaplı beyaz doruklara bakıyordum. Selman’ı görememiştik. Günyüzü görmemiş Selman artık yok. Onun böyle ışıltılı gözlerle yalvarır gibi ve insanın içine işleyen bakışları gözümün önünden gitmiyor. Bütün bir ömür yoksulluk içinde, türlü çileler, acılar, hasretlik çekmiş, itilmiş, horlanmış, aşağılanmış bir can artık yok. Bu kadar mıydı onun yaşamı? Böyle mi bitecek? “Büyük insanlık; Sekizinde işe girer, yirmisinde evlenir, kırkında ölür!” diyor üstat. Selman kırkını da görememişti. Çile içerisinde geçen bir yaşam sonunda sürekli ve sertçe düştüğü toprağına kavuşmuştu…

Terlemiş elimde hatıra olarak bıraktığı gümüş tabaka ve çakmağa baktım. Ellerinin izi vardı. Sonsuz beyazlık içinde Erzurum’a üzgün dönerken tek tesellim iyi bir dostu hatırlatacak elimde tuttuğum emanetler. Belki yıllar sonra kızım; şayet hatırlarsa elimdeki tabaka ve çakmağın hüzün dolu hikâyesini ancak onu anlayabilecek kadar ince ruhlu gerçek dostlarıyla paylaşacaktı. Aklımı başıma topladığım bir anlık sürede bunca yıllık geçmiş anıların ezici ağırlığını ruhumda taşıyamayacağımı kavradım. İstemeden ve sessiz olmaya çalışarak burnumu çektim; başaramadım. İçimden hıçkırıklara boğuldum. Şimdi boğazıma düğümlenen yumruk, yutkunmamı ve nefes almamı engelliyor. Arabadakilere belli etmemeye çabaladım. Yaklaşık yarım saat öylece yola devam ettik. Küçük kızım yine huysuzlanmaya başlamıştı. Oturduğu yerden kıpırdadı. Önce isteksizce camdan dışarı bakındı. Sonra usulca “Baba!” dedi. Bir tuhaflık olduğunu o da anlamış olacak ki ses tonu şımarıklıktan uzak olgun ve ölçülüydü. Tekrar arka koltuğa yöneldi. Bir müddet o da sustu. Kıvrandı. Merakını yenemedi. Tekrar öne, benim olduğum koltuğa yanaştı.

“Baba? Sen ağlıyor musun, ağlamıyor musun?”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir