SIDDIK SERT/SİHİRLİ ELLERİN SIRRI

Sihirli Ellerin Sırrı

İnsan; yaşamında olağan yönün tersine giden, olumsuzluk içeren, memnuniyetsizlik ve huzursuzluk yaratan olgu ve olayları nedense hep “yazgı” deyip geçiştirmeye, yaşamını etkileyen bütün bu olayların sorumluluğunu ve yükünü “zalim” kadere yüklemeye bayılır. Oysa insan, yaşamını sonuna kadar etkileyecek tek bir anın, bir dokunuşun, alınan veya verilen bir kararın dönüm noktası olabileceği gerçeğini daima göz ardı eder. Hayatta karşılaşılan olumsuzluklar da kaderin değil verilen kararların ve davranışların öngörülebilen doğal sonucudur. Ve insan yaşamını değiştiren çizgiler şaşılacak derecede incedir.

Yazın kupkuru sıcağında, bir tarlanın ortasında yahut dikenli bahçelerin, suyu akmayan kuru derelerin peşinde, bir iki karık daha çapalayabilmek, birkaç sepet daha fazla üretebilmek, birkaç batöz daha öğütebilmek için çırpınan bu insanların tek bir amaçları vardır: Kışın rahat etmek… Bu yüzden sabahın ayazında başlayıp akşamın karanlığına kadar güneşin ellerini, yüzlerini çatlatmasına, vücutlarındaki son su damlasına da tuz katıp ter olarak akıtmasına aldırmayıp dur durak bilmeden tozun, kirin, pasın içinde çalışıp dururlar. Her doğan gün bir diğerinden farksız birbiri üzerine devrilir ve birbirinin aynı monoton günler geçer gider. Giderken de her ömrü cürmü kadar yiyip tüketir. Günlerden geriye kalan ise sadece çatlamış nasırlı el, kırışmış kavrulmuş bir yüz, bükülmüş bir bel… Kadınlar tarla, bağ, bahçe işlerine ilaveten bir de köy yerinde bitmek tükenmek bilmeyen ev işleriyle uğraşmak zorundadır. Gün onlar için sabahın köründe hayvanların sağılması, ahırın temizlenmesi, hamurun yoğrulup yufkaların kızgın saca serilmesi, tarlaya götürülecek katığın, ayranın hazırlanması ile başlar. Kocalarının dırdırından ve hoyratlığından çok komşuların dedikodusundan çekinir de tarladaki işleri bir an önce bitirip yemeğiydi, çamaşırı, bulaşığıydı demeden eklemeler yapılan işlerin listesi uzayıp gider.

İşte köy yerinde yaşanmadan kısır geçen bu hayatın bir ömür süreceğinden korkan köylü çocukları makûs kaderlerini değiştirmek için başvurmadık parasız yatılı bırakmaz, askeri okul ve meslek lisesi sınavlarını iple çekerler. Mehmet de onlardan biri. Üç kardeşin en küçüğü, ablalarının göz bebeği… Onlar okuyamamış; ama Mehmet okuyup büyük adam olacak; doktor olacak da ablalarını köy yerindeki bu sefil hayattan kurtaracak. Mehmet zeki, çevik akıllı bir çocuk, yapılı, her işte de başarılı. Allah nazarlardan korusun tuttuğunu kopartır, elinden her iş gelir. Yalnız bir kusuru var; futbola aşırı meraklı… Babası onun bu huyundan hiç hazzetmiyor. Top da neymiş; işi gücü olmayan yirmi sersemin peşinden koştuğu şey. Hem ayakkabı eskitmekten başka ne faydası var. Çalışıp ekmeğini çıkarmak varken… Babası onun top oynadığını duysa kulaklarından çiviler.

Mehmet, kasabadaki yatılı bölge okulunda orta ikide… Derslerinde kıskanılacak derecede başarılı, geleceği parlak, cerrah olmak istiyor. Öğrenciler arasında temayüz etmiş diğer köy çocuklarına nazaran ağırbaşlı, terbiyeli, öğretmenleri ondan çok memnun. Yaz gelip de okullar kapanınca diğer köylü çocukları gibi tarlada tapanda çalışmak için Mehmet de köyüne dönüyor.

Harman yerinde tüm gün kızgın güneşin altında çalışmış, yaba ile batöze sap doldurup saman çıkarmış, hayli yorulmuştu. Ama asıl enerjisini akşama saklıyor Mehmet. Saklıyordu ya güneş aman vermiyor ki. Değil dağın ardından batmak, tepede durmuş milim kıpırdamıyor. O kıpırdamayınca anlaşmışlar gibi vakit de ona uyup bir türlü geçmiyor. Bakmıyor; ama hissediyor Mehmet, heybetli babası çalışırken hayli sinirli… Alnında biriken terleri koluyla silerken bir gözü de Mehmet’in üstünde. Vakit ilerledikçe Mehmet’in heyecanı artıyor, şevkle çalışıyor şimdi. Babası, aniden ortaya çıkan bu gizli hevesten şüpheleniyor; ama sebebini de tahmin edemiyor. Gün ikindiye dönerken Mehmet’in içini yavaş yavaş bir heyecan kaplıyor. Akşama, mezarlık yolundaki meydanda karşı köyün takımıyla maç var. Gözlerine dolan toza, çöpe aldırmadan artık yaptığı işten memnun. Severek çalışıyor şimdi.

Mehmet’in heyecanı bir kat daha fazla. Şehirdeki kuzeninin ona verdiği kramponu akşamki maçta ilk defa giyecek. Daha önce ismini duymuş; ama köy yerinde altı çivili futbol ayakkabısını giyen de gören de olmamış. Kramponu bir güzel silip temizledi Mehmet, ablasını dinledi, derisini yumuşatmak için zeytinyağı bile sürdü. Televizyonda futbolcuların ayaklarında gördüğünün aynı, iki numara büyük ama ziyanı yok. Ön kısmına bir parça bez sıkıştırıp karşı köyün takımına kim bilir kaç gol atacak? İçindeki sevinç büyürken batöz başındaki işlerden başka, sinirli babasının adeta ona eziyet etmek için verdiği tüm işleri de söylenmeden büyük bir istekle yerine getirdi.

Güneş karşıki dağın boyunlarına varınca köyün üstüne güler yüzlü bir ikindi indi. “Maç başlamıştır!” Babasının ağzından dökülecek o sihirli kelimeleri bekliyordu ki “Hadi gari! Yetti bu günlük! Kalanını da yarına yaparız” deyiverdi babası. Gözleri parladı Mehmet’in. Tüm gün güneşin altında yoğurt çorbası, bir tas ayran ve bir parça kuru ekmeğe çalıştığını unutuverdi. Koşarak eve geldi. Samanlıkta sakladığı kramponlarını çıkardı. Kara lastikleri fırlatıp altı vidalıları giydi.

Mezarlık yolundaki meydana öyle bir koşuşu vardı ki gören onu şeytan kovalıyor sanırdı. Maç henüz başlamış kıran kırana geçiyor, durum sıfır sıfır. Kenarda tezahürat başlamış. Mehmet’e “Nerede kaldın?” anlamında el kol hareketi çeken kızgın arkadaşları ayağındaki kramponlarını görünce öfkelerinden vazgeçtiler. Artık herkesin gözü onda, her zaman defansta oynayan Mehmet, gol atması için santrfor mevkiine görevlendirildi. Yeni ayakkabılarıyla bir o yöne bir bu yöne şuursuzca koşup bir an önce topla buluşmak ve kramponla ilk golü atmak istiyor. Ayakkabıların önüne sıkıştırdığı bez ayak parmaklarını acıtıyor ama olsun.

Top onun önüne düştü. Karşısındakine öyle bir çalım attı ki herkes hayran kaldı. Topla bir süre ilerledi, pas verdi, düştü düşürüldü, faul oldu, taç oldu, korner oldu. Herkesin umut bağladığı Mehmet’in olağanüstü çabasına rağmen bir türlü gol gelmedi. Derken sağdan yapılan ortaya göz koydu Mehmet. Top biraz alçaktan geliyor. “Kafa mı atsa?” aniden sırtını kaleye dönüp sıçradı. İki ayağını birden yerden kesip röveşata yaptı. Donuk bakışlar altında topa öyle güzel, öyle sert, öyle isabetli vurmuştu ki tam doksana gidiyordu. Gidiyordu gitmesine de ne olduysa aniden karar değiştirdi. Falso alan top, budaklı kavaktan eğreti yapılmış kale direğinin çatalıyla buluştu. Direk sallandı, umutlar kırıldı. Herkes o ana kilitlenmiş, nasıl gol olmadığının şaşkınlığını yaşarken yerde yatan Mehmet’i kimse fark etmedi. Röveşata yaptığında yere düşerken gözünde parlayan ışığa, hiç duymadığı ilginç bir ses eşlik etti. Kalkmak için iki elini yere destek yaptığında yeniden sol tarafa devrildi. Sol kolu dirseğinin altından kırılmış kemiklerin ucu deriden çıkmış, kolundan aşağı kıpkırmızı kan sızıyordu.

Korkunç manzara ortada, futbol oynadığı için kırılan kolunu babasına nasıl izah edecek? Hem de işlerin en yoğun olduğu yaz günlerinde. Kolunun kırıldığına üzülmüyor da babasına vereceği hesabın muhasebesini yapıyor. Eve vardıklarında olayı arkadaşları anlattı, avluda abdest almakta olan babası ellerini havluyla kurularken “İyi olmuş, keşke gebereydin!” dedi. Mehmet’in yanağından birkaç damla yaş süzülebilirdi babasının fazla kızgın olmayan yüzünü görmeseydi. Bununla kurtulduğuna sevindi. Otorite ve gücü elinde tutup koruyan babasına şimdilik ne kadar saygı gerekiyorsa öyle baktı.

Kırık kolun ağrısı, acımasız gerçek yüzünü gece yarısına doğru göstermeye başladı. Köy yerinde ne yapılır? Kime gidilir? Kadınlar böyle şeyleri iyi bilirdi. Annesi de öyle yaptı, nihai kararı alacak birkaç komşu avluda toplanıp fısır fısır konuştu. Kadınların öne sürdükleri fikirler yaşları, köydeki statüleri ve hayat tecrübeleriyle orantılı olarak kabul gördü. İki köy yukarıda çıkıkçı Halil vardı. Yörede onu ‘Şifacı’ diye bilirlerdi. Elleri hünerliydi, kendisi de. Kimileri Lokman Hekim’in soyundan gelen bir öğrencinin onu yetiştirdiğini; hatta beyaz sakalı, uzun boyu, sürekli giydiği uzun entarisi ve kendiliğinden sürmeli gözleri yüzünden peygamber soyundan geldiğini bile söyleyenler olurdu. Ak saçlı, kıvırcık sakallı, yetmiş beş, sekseninde… Her hastalığı da atalardan kalma yöntemle tedavi ediyor. Artık gözü zor görüyordu ama başka da kimse gelmiyordu akıllarına. Her ne kadar kadınlardan muhalif biri dudak büküp “Bu çocuğun hali hâl değil, kasabada hastaneye, bir doktora, gitmesi gerek!” diye mırıldandıysa da kimse oralı olmadı.

Bol yıldızlı gecede çıkıkçıya giderken yol boyunca homurdandı babası. Köye vardıklarında vakit gece yarısını çoktan geçmiş, uzak yakın köyün bütün köpekleri ürüyordu. Babası söylenerek indi at arabasından. Çıkıkçı Halil’in evi bulundu, kapısı çalındı. Uzun süre açılmayan kapıyı nihayet küçük bir kız açıp “Dedem uyuyor” dedi. Israrlar üzerine uyandırıldı. İki büklüm yaşlı çıkıkçı, çukurlarında kaybolmuş mecalsiz gözlerini dikip umutsuzca baktı kırık kola. Gaz lambasının ışığında yarayı ve kırık kemikleri incelerken elleri titriyor, midye kabuğunu andıran gözlerini kısıyor, “Hıım!” diyordu düşünceli kafa sallarken. “Bir kalıp yeşil sabun rendeleyin, içine de iki yumurta akını bulamaç yapın, bir de sarmak için beyaz tülbent lazım!” Bu cümle tedaviye başlandığının işareti… Herkes biraz olsun rahatlıyor. Gece yarısını epey geçe evin arka bahçesinde, dağın yamacına bakan tarafında kurulu çardak altındaki sedirde, sivrisineklerin amansız saldırıları ve gaz lambasının ölgün ışığı altında yaşlı çıkıkçı, Mehmet’in kırık kolunun kemiklerini çekerek, bükerek, iterek yerine oturtmaya çalışıyordu. Mehmet’in attığı çığlıklar gecenin sessizliğini bozuyor, çığlık, karşı dağlardaki mor kayalıklardan yankılanıp tekrar köye ulaşıyordu.

Eve döndüklerinde sabah ezanı okunuyordu. Uykusuz babası bir yandan söylenip bir yandan da avludaki küpten ibriğe doldurduğu su ile abdest aldı. Mehmet geceyi ve günü uykusuz geçirdi. Ağrıdan uyuyamadı. Sürekli kolunu tutuyor, iniltiler, sızlamalar arasında gözlerini kapatıyor, gözyaşları sessizce yatağa süzülüyordu. Ev ahalisi içten içe ona kızgın, top oynamasa bütün bunlar başına gelmeyecekti. Akşam ezanına kadar ortalıklarda inleyerek dolandı, ağrısı, sızısı bir türlü geçmedi. Üstelik kırılan kolu da sargılar arasında eğri gibi duruyor. İhtiyar çıkıkçı, kolunu yanlış kaynatmış olabilir mi? Bu şüphe sadece Mehmet’i düşündürüyor, herkes kendini köydeki işlerin tantanasına kaptırmış başka da kimsenin umurunda değil.

İkinci gün sonunda durumu daha da kötüleşti, kolu şişti. Ama ona bir suçlu gibi bakıldığından evdeki çatık kaşlılara bir şey de söylenmiyor. Daha fasulyeler toplanıp serilecek, mercimekler yolunacak, gündöndüler çapalanacak… Zaten köyde yapılacak onca iş varken onunla kim ilgilenir. Akşam hava kararıp ortalık sessizliğe bürününce ağrılar dayanılmaz oldu. Ne vardı bu akşamlarda? Her ne olursa akşamları oluyor. Acıdan kıvranıp yatağında dönüp durdu. Çaresiz gözü babasında, bir yardım umar gibiydi. Ağrılar dayanılır gibi değil, uyandırsa mı acaba? Harman yerinde tüm gün iki kişilik çalışan babası çatlak elleri ve ayaklarının sızısını henüz dindirmiş, az ötedeki sedirde horluyor. Ya kızıp azarlarsa? Kolu da şişti, iki kol kadar oldu, parmakları da morarmaya başladı. “Yat yarına geçer” diyorlar, ne zaman iyileşecek bu? Artık dayanamıyordu. Korkuyla babasının başucuna geldi. Bir süre tereddüt ettikten sonra öteki eliyle dürterek uyandırdı. Uykusu bozulan baba dürtülünce sinirlendi.

“Ne var ulan!”

“Kolum çok ağrıyor.”

“Top oynarken iyiydi ama.”

“Çok ağrıyor baba, davul gibi şişmiş bak! İncir gibi de morarmış.”

Baba yatağında doğruldu. Bir süre Mehmet’in koluna, sonra da yüzüne baktı.

Yıllar birbiri üstüne acımasızca devrildi. Lüks otelin toplantı salonu hınca hınç dolu… Genç doktora yerli ve yabancı basının ilgisi büyüktü. O, bugüne kadar yapılamayanı başarmıştı. Birazdan sahneye çıkacak olan Prof. Dr. Mehmet Özgür kuliste heyecandan ellerinin hafif terlediğini hissetti. Avucunu açıp bir süre inceledi, parmaklarını oynattı. Büyülü gibiydi. Elleriyle saatlerce süren ameliyatları gerçekleştiriyor, dünyada hiçbir cerrahın yapmaya cesaret edemediği en zor ameliyatları; organ ve doku nakillerini yapıyor, insanlara şifa dağıtıyordu.  “Ya bu eller olmasa?” Yıllar önce top oynadığında kırılan kolu, çıkıkçı tarafından yanlış kaynatılmış ve ağrıdan sızıdan duramamıştı. Şimdi zihninin en berrak köşesinde o gece hastaneye gitmek için babasına yalvarıp yakardığı anılar taptaze canlandı. Salonda yankılanan anons, genç doktoru yıllar önceki bu acı hatıranın en derin yerinde yakaladı. Dinmek bilmeyen alkış tufanı arasında ismi duyulduğunda davetliler ünlü cerrahı görmek için ön sıraya akın etti. Cerrah Mehmet Özgür, Boğazı gören lüks otelin geniş camlı toplantı salonunda, parlak ışıklar ve foto muhabirlerinin flaşları altında kendi başarısının tadını çıkarıyordu.

Gösterilen ilgiden oldukça memnun; ama mütevazı… İnsan hayatını etkileyen dönüm noktaları unutulur mu? Ya kader deyip geçiştirdiklerimiz… Onun hayatının dönüm noktası kırılan kolu. Hastaneye gitmek için o gece babasıyla arasında geçen konuşmayı hiç unutamıyor. Dürterek uyandırdığında babası koluna şöyle bir bakmış ve “Hadi, hazırlan oğlum hemen hastaneye!” demişti. Alacakaranlıkta kasabaya vardıklarında nöbetçi doktor, uyku ile uyanıklık arasında bir halde karşılamıştı onları. Mehmet’in şişmiş koluna fal taşı gibi açılmış gözlerle bakıp “Bu güne kadar nerede kaldınız! Baksanıza içeriden yaralanmış çocuğun kolu” diye azarlamıştı. Bir gün daha gecikse kangren olup kesilecekti kol. Hatta şimdi bile tedaviye yanıt verip vermeyeceği belli değil. İyileşmezse kol kesilecek, başka da çare yok. Apar topar tedaviye başlanmıştı. İşte şimdi o elleriyle mucizeler yaratıyor, ışıltılı salonda rengârenk elbiseli şık davetliler elleri patlayıncaya kadar onu alkışlıyordu.

Yıllar birbiri üstüne acımasızca devrildi. Soğuk bir ekim akşamı… Çolak Mehmet en son tarlayı da ekmiş, güzün köy yerinde yapılması gereken bütün işleri bitirmişti. Eve yorgun ve bitkin geldi, yemekten sonra is kokulu ocağın karşısındaki sedirde uyuyakaldı. Henüz üç yaşındaki afacan oğlu onu uyandırmaya uğraşıyor, üstüne çıkıp tepiniyor, yanında yöresinde yuvarlanıyordu. Boğazı gören geniş salon, parlak göz kamaştıran ışıklar, alkış sesleri, seçkin davetliler arasında tatlı, parlak, ışıltılı, bir rüyanın büyüsünden zar zor uyanan Çolak Mehmet’in nerede olduğunu anlaması bir hayli uzun sürdü. Dakikalar sonra zihninden uçup kaybolup gidecek rüyayı hatırında tutmaya çabaladı. O rüyanın içinde bilinçaltında özenle sakladığı geçmişine ait günlerin ve hayallerinin ona yaşattığı mutluluğu bulup çıkarmaya çalıştı.

Köydeki işlerini kış gelmeden bitirmişti ya bir hayli de yorulmuştu. Şimdi bir tek şey kaldı, oğluna söz verdiği ahşaptan oyma arabayı yapmak; hem de dört tekerlekli… Birlikte ocağın başına oturdular. Karısı ona bir bardak çay getirip bir köşeye çekildi, o da karısına sevgiyle baktı. Sonra oğlunun meraklı bakışları altında sağ eline bıçağı aldı. Dirseğinden aşağısı olmayan sol kolu ile gövdesi arasına sıkıştırdığı ahşap kütüğü yontmaya başladı. Öbür kolu da olsa kim bilir ne kadar rahat yapacaktı arabayı. Sabırsız oğlu için hemencecik bitiriverecekti. Tek kolla biraz zor oluyordu ama olsun, önemli olan oğlunun mutluluğu. Yonttuğu talaşlara bakarken hâlâ gördüğü rüyanın etkisindeydi. Hatırasında yine o gece; futbol oynarken kırılan kolu şiştiğinde babasını uyandırdığı gece… Babasıyla arasında geçen o konuşmayı zaten hiç unutamıyordu. Gece yarısı, sargılı kırık kolu dayanılmaz ağrılar içindeyken sedirde uyuyan babasını uyandırmak için dürtmüştü.

“Ne var ulan!”

“Çok ağrıyor baba, kolum çok ağrıyor.”

“Top oynarken iyiydi ama.”

“Gerçekten çok ağrıyor baba, şişmiş hem de davul gibi. Bak! İncir gibi de morarmış.”

Baba yatağında doğruldu, bir süre durdu, önce çocuğunun koluna sonra da yüzüne sertçe baktı.

“Zıbar da yat ulan!”