Topal Osman
I.
Zil çaldı, ancak teneffüs saati değil… Okulda bir tuhaflık olduğunu daha sabahtan sezmişti. Onun bu önsezileri bir an için inandırıcı görünürdü. Artık o kadar doğal geliyordu ki bunların önsezi olduğunu ancak iş işten geçince anlıyordu. Ama çoğunlukla eften püften şeyler. Kimseye de bahsetmezdi zaten. Sabah beri içini alt üst eden bu önseziden hoşlanmadı. Olağanüstü bir durum olduğu aşikâr… Şubat soğuğunda okulun bahçesinde boy sırasına dizildiler. Sıranın ilk başında Osman vardı. Ürkek bakışlarını uzun boylu öğretmenden kaçırmaya çabaladıysa da bıyıklı müdür onu hemen fark etti. Ve define bulmuş gibi gözü parladı.
“Hah! Bak bu olur! Tam sana göre hocam! Ufak tefek hem de cılız. Olur, olur bu! Olur!”
“Haklısınız müdür bey, aradığımız tam da bu çocuk!”
“Tamam, o halde!” dedi müdür. “Bu çocuk en tepede bayrak açacak, nihayetinde zayıf ve çelimsiz” Kendinden emin kafa salladı. “Hem de çevik olur bu, hafif ya!”
Lise son sınıf öğrencileri okulun bahçesinde toplanmıştı. 19 Mayıs törenleri koreografisinde yer alan beşli kule için öğrenci seçimi yapılıyor. Kulenin alt tarafı için iriyarı, şişman, etine dolgun, güçlü, kuvvetli öğrenciler belirlenmiş ancak en üstte, kulenin beşinci katına çıkacak nispeten zayıf, ufak tefek birini arıyorlar. Osman’ı seçtiklerinde ani bir korku gelip gözlerine oturdu. Bir anda kendisini uçurumun kıyısında buldu Osman, hafif bir rüzgârla devrilecek… Ritmi bozulan kalbi gümbürdemeye başladı. “Ben yapamam ki!”
Çok fakir bir ailede dört kızdan sonra doğmuştu Osman. Erkek doğdu ya! Sevinçten tüm mahalleye dondurma ısmarlamış babası. Samsun’un kenar mahallelerinden birinde bahçeli bir evde oturuyorlar. Beş kardeşin en küçüğü. Sessiz, içine kapanık, varlığı ile yokluğu belli değil. Babasına çekmemiş besbelli, annesinin kopyası; beti benzi soluk. Ablaları girişken, çalışkan, ev işlerinde maharetli… O da annesini çok sevdiğinden bazen ablaları gibi ev işlerinde yardım ediyor anasına. Ama babası çok kızıyor ev işi yapmasına. Pehlivan torunu ya, erkek adam hiç ev süpürür mü? Osman, ablalarının sevgi dolu gölgesinde kendi sessiz dünyasında büyüyüp gidiyor. Babasının bacağından dolayı “Topalın oğlu” diyorlar Osman’a. Hiç görmediği dedesinin iyi bir pehlivan olduğu söyleniyor. Pehlivan torunu olmasına rağmen -çocukken yetersiz beslendiğinden olacak- bünyesi zayıf, ufacık.
Babası Kıbrıs gazisi. Savaşta devrilen kamyonetin altında kalan bacağı kangren olmasın diye dizden aşağısı kesilmiş. Çetin geçen Beşparmak Muharebeleri sırasında cephe hattındaki birliklere mermi ve mühimmat taşıyan kamyonun şoförüymüş. Karartma olduğundan geceleyin farları kapalı ilerliyorlarmış. Bozuk toprak yolda nasıl olduysa kamyonet havalanıp yan yatmış. İki, iki buçuk saat kamyonetin altında ezilen bacağı kesilmek zorunda kalınmış. “Potuk Mustafa” diyorlar kesik bacağından dolayı. Şimdilerde gazilik maaşı ile idare edip ahşap bacakla bağ bahçelerde gündelikli işçilik yapıyor.
Osman, sınıfın hatta okulun en sıska, en çelimsizi. Vur elinden ekmeğini al. Okulda herkes onunla alay ediyor. Fiziği gibi geleceğe dönük umudu, hayalleri de zayıf. Okulda sessiz, derslerinde vasat, aslında bu vasatlıktan biraz da hoşnut; kendisi öyle istiyor. Kafası basmadığından değil, öne çıkmayı sevmediğinden. Derslerde ve sözlü imtihanlarda bilerek parmak kaldırmayıp sessizliği tercih ediyor. Böylelikle öğretmenleri ve arkadaşlarının gözünde vasat öğrenci damgası vuruluyor acımasızca. Olsun. Nasıl olsa geçer bir not onun için her zaman garanti. Öne çıkmadan kimsenin dikkatini çekmeden böyle yaşamak hoşuna gidiyor. Sınıftaki sessizliği, derslerindeki vasatlığı yüzünden arkadaşları Cin Ali, Çizgi Film, Pinokyo gibi isimler de takmışlar ona. Ergenlik döneminde arkadaşları gelişip boy atarken ufak tefek bir vücut ona yapışıp kalmış.
O yıl 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarına Ankara’dan önemli bir heyetin geleceği hatta belki ‘Bakan’ın bile bizzat törenlere katılacağı söylentileri yayılmış. Söylentiler sıradan bayrama olan ilgi ve önemi arttırmış, okullarda bir telaş bir heyecan almış yürümüş. Şimdi herkes iyi bir koreografi ve sorunsuz bir tören yapmanın derdinde. Vali yardımcıları, belediye başkanı, garnizon komutanı sırayla okula gelip gidiyor; tembihler, talimatlar, kontroller, uyarılar havada uçuşuyor. Sonuçta devlet erkânı törene teşrif edecek. Ne büyük lütuf! Mekân Samsun olunca revaçta olan koreografi, törenin finalinde erkek öğrencilerin yapacağı beş katlı kule ve en tepede açılacak Türk bayrağı…
II.
Seçmeler bitip okul çıkış zili çaldığında dalgın Osman yolu uzatarak eve yürüyor. Haber, gecekondu mahallesindeki evlerine çoktan ulaşmış bile. Bahçe kapısından içeri girerken hiç yanılmadığı sezileri yine iş başında. Avluda gezinip ortalığa pisleyen tavuklara sinirden bir tekme savuruyor. Tavuklar çok iyi rol yapıyorlar. Daha dokunmadan canları çok yanmış gibi kanat çırpıp çığlık atarak kaçışıyorlar. Duvarları beyaz kireçli, pencere önlerindeki saksılarda birbirinden farklı çelimsiz çiçeklerin boyun büküp can çekiştiği tek göz odada anne ve babası yüksek sesle konuşuyor. Evin kapısına yaklaşıyor, kapı hafif aralık, konuşulanlar duyuluyor. Babasının gurur dolu sesi heyecanlı…
“Bir düşünsene hanım! Tören başlamış, millet heyecan içinde, seyircilerde bir alkış bir tufan kopmuş. ‘Mustafa’nın oğlu değil mi o? Hangisi? Aha şu canım en üstteki, hani şu bayrak açan çocuk, He ya ta kendisi, o valla Potuk Mustafa’nın oğlu! Pehlivan torunu peh! peh!”
Babası biraz durup dinlenip mavi beyaz dikine çizgili pijamalarıyla uzandığı çekyattan doğrulup çayını yudumlayınca keyiflenip kıvanca devam ediyor.
“Vay! Vay! Vay! Pek de yaman, pek de atik, pek de cesurmuş! Tıpkı Kıbrıs’ta babası gibi, Sarıkamış’ta şehit dedesi gibi korkusuz diyecekler! Değil mi hanım?”
Annesi umursamaz, pek oralı olmuyor. Kafa sallayıp boşalan çay bardağını dolduruyor. Kocasının bu işe bu kadar sevinmesine de bir anlam veremiyor.
Konuşulanları kapıdan dinleyen Osman “Evet, evet cesur diyecekler!” diye içinden geçiriyor. “Ama nasıl diyecekler?” Hem yüksekten çok korkuyor, çıkamaz ki o kuleye. Ya düşerse? Ya altındakiler kıpırdarsa? Ya ayakları titrerse? Aşağıya düşünce ne olacak? “Mustafa’nın oğlu düştü, Mustafa’nın oğlu korkak, ayakları titredi” diyecekler. Kahvede babasıyla alay edecekler. Küçük düşecek Potuk Mustafa, başı önde kimsenin yüzüne bakamayacak. Dağ gibi Kıbrıs gazisi adamın yüzü düşecek utançtan, gözleri yerde kalacak, Osman bunu nasıl yapsın sana?”
“Korkma!” dedi beden eğitimi dersinin hocası ertesi gün, “Rahat ol! En kötüsü alttakiler zaten. Senin iş çok basit, çıkıp bayrağı açacaksın o kadar. İki kat merdiven çıkıyorsun farz et!”
Ama “o” korkuyordu. Potuğun oğlu her gün içini kemiren bu düşüncelerle okula gidiyor, derslere giriyordu. Bütün öğrencilerin sabırsızlıkla beklediği beden eğitimi dersini hiç gelmesin istiyordu. Bir isteksizlik çökmüştü, zayıf bünyesinden olacak zaten pek hoşlanmadığı beden eğitimi dersine karşı içten içe bir düşmanlık besliyordu. “Hiç olmasaydı keşke!” Üstelik bu yıl gösterileri izlemeye Ankara’dan büyük adamlar gelecekti; büyük, kocaman adamlar… Nereden çıktı şimdi Ankara’dan gelecek heyet? Bu yüzden sadece beden eğitimi değil artık müzik, resim, coğrafya, felsefe derslerinde bile öğrenciler bahçeye çıkartılıyor ve daha şubat soğuğunda Gençlik ve Spor Bayramının provaları yapılıyor. “Bayram mı? Ne bayramı?” Osman için kulenin tepesindeki bir sunakta kendisinin tanrılara kurban töreniydi. Son günlerde evlerinde gurur, coşku, kıvanç hiç eksik olmuyor. Ne zaman avluya girse içeriden aynı konuşmaları duyuyor, bunalıyor.
Ertesi gün soğuk ve yağmurlu, dışarıdan gelen babası koltuk değneklerini bir köşeye fırlatıp çekyata attı kendini. Çorabını çıkarıp ahşaptan yapılmış vernikli protez bacağını eline aldığında eksik bacağına düşünceli bakıp dertli dertli söylendi: “Bu oğlan, ablalarına göre ufak tefek kaldı hanım, gelişmedi bir türlü. Ama gör bak onlardan çok daha büyük gurur yaşatacak bize.” Yerinden kalktı, tek bacakla topallayarak duvara yöneldi, duvarda asılı saatli maarif takviminin yaprakları arasına elini soktu. Parmakları sayfaları karıştırıp gezindi, aradığı sayfayı bulunca için için sevindi. O sayfayı ikiye katlayıp işaretledi. Devam etti: “Ne kaldı şunun şurasında 19 Mayıs’a, bir an önce gelse de biz de o kadar seyircinin arasında Osman’ımızı en yukarıda, en yüksekte görsek. Yetmiş beşinci yılı mıymış neymiş bu yıl Cumhuriyetin, çok büyük adamlar gelecekmiş Ankara’dan, çook!”
Annesi elindeki çayı uzatırken sitemliydi. “Allah’ını seversen Mustafa, sen de bayramla yatıp bayramla kalkar oldun. Ne var bunda bu kadar büyütecek, her yıl oluyor zaten 19 Mayıs” diye söylendi.
“Öyle deme hanım!” dedi. “Bizim oğlanı düşün; Osman’ı. Kulenin en tepesinde. Elinde al bayrağı açmış bütün stat; Allah’ım bir alkış tufanı kopmuş! Öyle bir alkış kopacak ki taa Bafra’dan, Çarşamba’dan hatta Ankara’dan duyulacak. ‘Potuk Mustafa’nın oğlu değil mi o? He ya o valla, ta kendisi.’ Bir diğeri: Helal olsun, bunların dedesi de pehlivandı, iyi güreşirdi, yörede yenmediği sırtını yere vurmadığı pehlivan bırakmadı. Kendisinin sırtının yere geldiğini gören yoktur. Uyurken bile sırtı yere gelmezmiş. Sarıkamış’ta kıtlıktan, soğuktan donmuş kalmış, bitler yemiş, bir mezarı bile yok rahmetlinin diyecekler.”
Bunları duydukça Osman’ı bir sıkıntı basıyor, bayramda ne yapacağını düşünüyor, provalarda iki katlı kulede bile henüz ayağa kalkmakta zorlanıyordu. Babasını küçük düşürmemek için ne yapmalı? Müdüre gidip “Vazgeçtim, ben çıkamam kuleye” dese, bıyıklı müdürden kesin sopa yer, bir de herkese rezil olur. Bunu asla yapamaz. Babasına ne diyecek sonra? Yüksekten mi korkuyor? Küçükken, çıktığı erik ağacından inememiş, ağlamış, ablaları onu indirmek zorunda kalmıştı. Bu korkuyu yenmeli, başka çaresi yok. Sakin bir zamanda tek katlı evlerinin çatısına çıktı, etrafa baktı, başı döndü, sonra sokaktaki elektrik direğine yarıya kadar tırmanmaya çalıştı, aşağıya baktı, gözleri kararmaya, dünya dönmeye, midesi bulanmaya başladı. Hemen gözlerini kapadı, başı hâlâ dönüyor. Bildiği duaları mırıldandı, gözü kapalı yavaş yavaş direkten aşağıya sıyrıldı.
Günler hoyratça birbirini kovalıyor. Geceleri uykularını kaçıran gündüzleri kalbini sıkıştıran acımasız bayram yaklaşıyor. Osman’ın heyecanı artıp kalbi sıkıştıkça sıkışıyordu. Ona sorsan bırak 19 Mayıs’ı; bütün bayramları takvimden söküp atmalı. Zaten dini bayramlardan da -topladığı harçlıklara rağmen- pek hazzetmiyor.
Gün yaklaştıkça sınıfta herkesin alay konusu… “Ulan Pinokyo! Sakın düşmeyesin! Aman ha! Bak bir düşersen bayrak da seninle düşer, gitti milletin namusu! Artık ölümlerden ölüm beğen. Her şey senin elinde, vatan sana bakıyor. Büyük adamların önünde sakın bizi rezil etmeyesin! Okulu, Samsun’u, Karadeniz’i, Türkiye’yi cümle âleme, tövbe ha! Dikkat et oğlum Osman sakın düşme, düşürme namusumuzu yere. Her şey sana emanet!”
Allah’ım iki hafta kaldı. Ya babası? Vazgeçtiğini babasına nasıl söyleyecek, kemiklerini kırar. Kıbrıs gazisi Potuk Mustafa’nın oğlu, Sarıkamış şehidi pehlivan torunu korktu da kaçtı derler, öldürür Osman’ı. Söylemeli de nasıl? Bu güne kadar hiçbir şeye karşı gelmemiş şimdi nasıl gelsin. Daha konuşurken bile kimsenin gözüne bakamıyor. Ev ahalisi pek umursamasa da babası 19 Mayıs’a kilitlenmiş. Öyle bir merakla çekiyor ki o tarihi sormayın gitsin. Hani hemen yarın bayram olsun deseler razı. Umurunda mı?
Oysa 19 Mayıs, Osman’ın kâbusu. Korku her sabah daha da büyüyor içinde. Kısa boyu ve zayıf bedeninden taşan tedirginlik ve kaygı gözlerinde, mimiklerinde, diken diken saçlarında, titrek, hızlı, heyecanlı konuşmasında, ürkek, solgun bakışlarında hemen kendini belli ediyor. Provalarda bir sorun çıkmıyor; ikinci, üçüncü katı ayakları titrese de başarıyor. Son haftaki provalar, diğer okul öğrencileriyle birlikte statta yapılacak. Hava buz, bir de denizden esen lodos fanila, şort katına saatler süren provalarda insanın iliğini, kemiğini donduruyor. Sıranın kendilerine gelmesini bekledikçe üşüyor, üşüdükçe zayıf, çelimsiz bacakları mosmor olup, istemsiz titremeye başlıyor Osman. İşte şimdi sıra arkadaşlarının alayında… “Ne oldu ulan Cin Ali? Oğlum bacakların titremeye başladı yine. Korkak! Sakın düşme oğlum, senin yüzünden diğer okullara rezil olmayalım!”
Sayılı günler çabuk geçip vakit yaklaşıyor. Yarın bayram… Heyecanı daha o akşamdan başlamış Osman’ın, yarı geceden beri gözüne bir damla uyku da girmiyor. Annesinin tertemiz yıkayıp kuruttuğu siyah şortu, beyaz fanilası ve beyaz bez ayakkabılarını sabah erkenden giyip hazırlanıyor. Kahvaltıda babasının keyfine diyecek yok. Haliyle her zamankinden çok yiyor, içiyor keyifleniyor. Evde bir bayram havası ama gel bir de Osman’a sor. Aklına düştükçe kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi atıyor, iştahı kesiliyor, bir şeyler de yiyemiyor. Bir bardak çay ve ölüme kurban edilenlere yaraşır bir gönülsüzlükle okulun yolunu tuttuğunda içinden “Artık ne olacaksa olsun!” diyor. Bahçe kapısını aralıyor, bayram coşkusu sokaklara çoktan taşmış. Yürürken ayakları yere basmıyor, havada yürüyor sanki. Yolda gelip geçenleri de görmüyor, selam veren arkadaşlarının sesini de duymuyor. Okulda, öğrencilerle birlikte sıra olup bando eşliğinde yürüyerek stada gidiyorlar. Bandonun tempolu ritmi Osman’ın yüreğinde; davulun tokmağı, zilin zangırtısı, borazanların uğultusu… Herkes onu bekliyor, gözler hep onun üzerinde, performansını merak ediyorlar, ya da ona öyle geliyor. İşte şimdi stada girdiklerinde heyecanı bir kat daha artıyor. Mahşeri kalabalık…
III.
Tören başladığında sanki rüyada gibi, bir curcuna ki almış yürümüş. Stat, büyük bir uğultu içinde… Ne söylenenleri duyuyor ne de etrafta bir şeyler görüyor. Seyirciler, öğrenciler tüm stat onun etrafında dönüyor da dönüyor. İstiklal Marşı, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar, bilmem hangi okuldan hangi öğrencinin okuyacağı şiir. Valinin, Garnizon Komutanının, Belediye Başkanının kırmızı, beyaz kurdele ve çiçeklerle süslü üstü açık kamyonet üzerinde halkı selamlamaları, tramplenden çılgınca atlayan atletler, jimnastik yapan kızlar, bandolar, bayraklar, flamalar, resmigeçitler…
Derken o müthiş anons duyuluyor. Herkes koreografinin finali olan kule yapımı için yerlerine koşuşturuyor, Osman da peşlerinde. Geniş yeşil çayırlığın ortasında durup yerini aldıklarında kalabalık uğulduyor. Osman, kaygılı bedenini dik tutmanın, ciddi ve cesur görünmenin gayreti içerisinde. Güvenini tazelemek için arada bir kuşkuyla ve sadece gözleriyle sağa sola bakıyor. Sonra hoparlörlerden duyulan bilmem hangi Alman bestecinin hangi senfonik eseriyle birlikte başlıyorlar kuleye. Birinci kat, ikinci kat, üçüncü kat, katlar yükseliyor. Beşinci kata çıkan üç kişi, hafif hafif sallanırken Osman’ın yüzündeki kaygı ve gerginlik yerini tatlı bir rahatlamaya bırakıyor. Var gücüyle arkadaşlarını sırtlarına sarılarak onların başına, omuzlarına acımasızca basarak kuleye tırmanmaya başlıyor. Nereden geldiği belirsiz bir cesaretle ikinci katı da sorunsuz çıktığında “Galiba oluyor” diye içini bir ferahlama kaplıyor. Olmalı tabii, kaç kere prova yapmışlar. Üçüncü katı, dördüncü katı da çıkıp beşincisine; son üç arkadaşının omuzlarına bastığında bacakları titremiyor bile. Her şey mükemmel… Seyirciler uğultuyu kesmiş, gözler ona odaklanmış. Osman, nihayet kulenin en tepesinde statta çıt çıkmıyor. “Allah’ım başarıyorum galiba!” Sevinçle elini atletinin içine sokuyor. Parmakları göğsünde iki küçük tırtıl gibi dolaşıp duruyor. Karıştırıp karıştırıp arıyor. Nafile… Aniden yüzünün rengi önce morarıp sonra soluyor. Bacaklarından başlayarak vücudundaki kanın hepsi çekildiğinde rengi kireç gibi bembeyaz oluyor. Bacakları titrerken dudakları sadece “Bayrak?” diye mırıldanıyor. Kulenin tepesinde açacağı Türk Bayrağı koynunda yok. Seyircilerin hepsi bu anı bekliyor. Tribünlerde uğuldamalar, dalgalanmalar başlıyor. Tam ayağa kalkıp doğrulacakken panikle birden bacaklarının titrediğini, gözlerinin karardığını, kalbinin durduğunu hissedip kule ile birlikte aşağı yuvarlanıyor…
IV.
Gözleri eskilere dalıp giden Osman bu günü hiç beklemiyor. Belki Allah’ın lütfu yahut kaderin cilvesi. O Mayısın soğuğu, babasının kızgın yüzü, okul müdürünün şiddetli tekmeleri gözlerinin önüne geldikçe şimdi kızgınlık yerine olgunluğa bezenmiş bir gülümse süslüyor yüzünü. Yıllar sonra bu odada karşılaştıklarında, sonradan herkesin kendi hayat gailesine gömüldüğü iki yetişkin insanlardı artık. Çocukluğunun ve gençliğinin o azametli çaresizliği, peş peşe sıralanan yılların ardında kalıp ezilmişti. Şimdi kimse Osman’ı kuleye çıkmaya, yüksekten atlamaya zorlamıyordu. Hatıraları, o günlerden kalma hüzünlü bir yalnızlıktı sadece. Geçmişten öç alma duygusundan uzak, biraz da bu duygunun rahatlığı ile “İşte böyleyken böyle hocam!” diyor, Topal Osman, karşısında oturana aksak ayağının uzun hikâyesini anlatırken.
Ardından devam ediyor: “Okul Müdürü bana çok kızdı, azarladı beni. Kulenin en tepesinden, belki on metre yükseklikten aşağıya düştüm, sağ bacağım üç yerden kırıldı, üç günü hastanede geçirdim, sonrasında sayısız ameliyat. Hele babam… Uzun süre konuşmadı benimle. “Tuh sana! Adımızı lekeledin, bayrağı da açamadın, şimdi bizi ‘bayraksız!’ diye anacaklar artık! Yazıklar olsun! Senin gibi oğlum yok!” diye azarladı. “Öğretmenlerim de bana kızdıklarından o yıl sınıfımı geçemedim. Beden eğitimi dersinden bile sınıfta kaldım. Aylarca yatalak yattım. Sonraki yıl lise sonu tekrar ettim. Ayağımda kırık geç iyileşti. Ders çalışmak için epey vaktim oldu. Azimle çalışıp ertesi yıl liseyi çift dikiş bitirdim. Bitirdim bitirmesine de bir de gel bana sor. Şimdi yürüyorum ama biraz aksayarak, o yüzden öğrencilerim, asistanlarım bana ‘Topal Osman’ diye lakap takmışlar. Canları sağ olsun. Ben istemez miydim gururla o bayrağı açmayı. Belki ‘Topal’ olan aile imajımızı ‘Bayraktutan!’ olarak düzeltecektim ama olmadı işte. Yükseklik korkusuna heyecandan bir de unutkanlık eklendi. Törende yere düştüğümde henüz acı içerisinde kıvranırken üzerime yürüyüp bana öfkeyle söylenen, tekme savuran bıyıklı müdürün yüzünü hiç unutmadım; unutamadım hocam.”
Karşısında oturan yaşlı adam, olayı hatırlar gibi olup yüzünü ekşitirken kırlaşmış bıyığını acıyla sıvazladı, henüz şaşkınlığını atamadan kapıyı çalan görevli iki çay getirdi. Topal Osman, kısa bir suskunluktan sonra oturduğu koltuktan kalktı, biraz da topalladığını göstermek istercesine pencereye doğru aksak adımlarla yürüdü. Pencerenin önünde durdu. Düşünceli ve kararlı ancak aksak adımlarla yürürken bir profesöre pek benzemiyordu. Onda, dış görünüşten ziyade fikirlere, çalışmaya ve çabaya önem veren insanların dağınık havası vardı. Bir süre sessiz ve dalgın gözlerle dışarıya; o günlerin hafızasında canlanan kırıntılarına baktı. Sonra çay içen konuğuna döndü.
“Siz unutsanız bile ben…” dedi duraksadı. Gülümseyerek devam etti: evet hocam, ben sizi, okul müdürümüzü hiç unutmadım. Şimdi tahlil ve tetkiklerinizi arkadaşlar incelemiş ve ameliyata karar vermişler. Ancak bayağı uzun ve riskli, doğrusunu söylemek gerekirse açık kalp ameliyatı yapılması gerekiyor. O yüzden arkadaşlar ameliyatta benim de bulunmamı istiyorlar. Ben de bu fakültenin dekanı olarak size olan borcumu ödemek isterim. Ne de olsa lise sonda sayenizde ders çalışacak epey vaktim olmuştu.”