FELSEFE, SANAT VE ORTADOĞU
Bugün yaşadığımız ve çözüm bulamadığımız sorunların nedenlerini saptamak için incelemeye, “Aydınlanma Felsefesi”nin tüm Avrupa’yı kökten değiştirdiği ve bir daha eskiye dönüşün mümkün olmayacağı 18. asırdan başlamak gerek.Yanı başımızda, bilinen insanlık tarihinin en köklü değişimleri, devrimleri, icatları ve hayatın her alanında getirdiği heyecan ve hareketlilik tüm hızıyla yaşanırken nasıl oldu da Osmanlı Devleti, tüm bu gelişmelere kayıtsız kalabildi? Peki, Avrupa’da tam olarak ne yaşandı? Avrupa’yı aydınlanma felsefesine taşıyan koşullar nasıl oluştu?
Bana göre her şey algıda ve yaklaşımda gizlidir. Bakmak ve görmek arasındaki fark, hayattaki tercihlerimize yansır. İlgilendiğimiz her konuyu algılar ve ancak görmek istediğimizi fark edebiliriz. İlgi alanımızın dahilinde olmayan her nesne ve konu hayatımızın da dışında kalmaya mahkumdur. Osmanlı dört asır Mısır topraklarını bilfiil yönetmiştir. Ancak antik zamanların ve günümüzün devasa ve hayret uyandırıcı yapılarından olan “Piramitler”i fark edememiş; Avrupalılar, Mısır’a gelene dek bu gizemli olduğu kadar mühendislik harikası yapılar hakkında hiçbir araştırma yapılmamış, tek bir not dahi düşülmemiştir. İnsan sormadan edemiyor, bu nasıl mümkün olabildi diye! Peki, ilgilerini çekmeyen şey neydi ya da onların ilgisini çekmesi için ne olması gerekirdi? Firavunlar döneminden kalan ve işe yaramaz taş blokları olduğunu mu düşündüler piramitlerin? Ya da şöyle soralım: Ortadoğu ahalisinin ilgisini çekmeyen ve araştırmaya layık görülmeyen piramitler Avrupalıların ilgisini niye çekti? Avrupalılar ve Ortadoğulular arasındaki fark nedir?
Bilindiği üzere 13. Asırda “Rönesans Hareketleri” nin başlamasından itibaren Avrupalı bilginlerin karşısına yerleşik ve kurumsallaşmış Roma Katolik Kilisesi, engelleyici bir güç olarak çıkmıştı. Tevrat (Eski Ahit), İncil ( Yeni Ahit) ve Aristo felsefesinden başka doğru kabul etmeyen ve teokratik bir yapılanma ile tüm Batı Avrupa’yı din adamları vasıtası ile yöneten Katolik Kilisesi; felsefenin ve bilimin ortaya koyduğu keşif ve icatları reddetmiş, bununla da kalmayıp “Engizisyon Mahkemeleri“ marifetiyle filozof, bilim insanı ve sanatçılara Avrupa’yı yaşanmaz hale getirmiştir. Aydınlanmacı filozoflar toplumun aydınlanması önündeki en büyük engelin Katolik Kilisesi olduğunu söylemişler ve bu dogmatik yapılanmanın insanlığın gelişmesi için gereken bilim ve felsefeyle asla uzlaşamayacağını dile getirmişlerdir. “Rönesans” kelime itibariyle “Yeniden Doğuş” anlamına gelir. Katolik Kilisesi’nin kısır, bağnaz, yasaklayıcı yaklaşımına karşın ilk çağlardan itibaren oluşan insanlığın ortak birikimine sahip çıkan düşünür, sanatçı ve filozoflar; insanlığın gelişmesi için felsefeye geri dönülmesi zorunluluğu bilincinde Katolik Kilisesi’ne karşı yüz yılları bulacak bir mücadeleye giriştiler. Antik dönemden kalan kitapları inceleyen bilginler, kilisenin söylediğinin aksine büyük bir kültür ve bilgi birikimiyle karşılaştılar. İlk Çağ filozofları Aristo’dan ibaret değildi. Bilim ve teknikte Orta Çağ Avrupa’sından ileriydiler ve sanat olabildiğince gelişmişti. Tiyatrodan heykel sanatına, mimariden edebiyata kadar bugün sanat adına ne varsa kökleri antik çağa dayanmaktadır. Kaldı ki bugün tüm dünya halklarını birleştiren “Olimpiyatlar” onların eseriydi. Ayrıca demokratik yönetimler kurmayı başarmış ilk çağ şehir devletleri, toplumsal gelişmişlik açısından çok daha öndeydi. Aslında uygar toplumun temelinde bulunan felsefe, sanat, spor ve demokrasi; kilisenin putperest ve pagan gibi sıfatlarla aşağıladığı ve yasakladığı ilk çağ uygarlıklarının icadıydı. Rönesans, işte bu binlerce yıllık birikimin yeniden doğmasını sağlama çabasıdır.
Eski uygarlıklardan kalan birikimin üstünü örtmeye çalışan kilisenin barbar yaklaşımı yüzünden Batı uygarlığı çökme noktasına gelmişti. Zira Haçlı Seferleri ile tüm Avrupa milletlerini arkasına toplamasına rağmen karşısındaki İslam Uygarlığı ile giriştiği her savaşı kaybetmiştir. İşin enteresan yönü ilk İslam Devletleri, Katolik Kilisesi’nin aksine felsefeye kucak açmıştı. İslam, yeni bir din ve uygarlık olarak tarih sahnesine çıktığında gittiği her coğrafyanın tarihinden gelen bilimsel ve kültürel birikimi kendi bünyesine katmayı başardı. İslam Hilafeti altında bulunan pek çok farklı millete mensup bilginlere eski metinleri Arapça’ya tercüme ettirdiler. Yunanca’dan felsefe kitaplarını tercüme ederken Farslar aracılığı ile Pers ve Hint uygarlıklarının bilim ve kültür hazinelerine eriştiler. Bilim ve teknikte büyük ilerleme kaydettiler.“ Dar’ül Hikmet” dünyanın bilim merkezi haline geldi. İslam dünyası bir müddet sonra eski dünyanın tüm bilgisini elinde tutmaya başladı. Bu, sanırım güçlü olmanın yegâne yöntemi olsa gerek. Sonuç olarak siyasi ve askeri zaferler kaçınılmaz hale geldi. Tüm bu yaklaşım sonucunda İslam dünyası, hemen herkesin ismen bildiği pek çok bilim insanı ve filozof yetiştirmeyi başardı: İbn-i Sina, Harezmi, El Cezeri, El-Kindi, Farabi, İbn-i Heysem… Bu isimler en tanınmış olanlarıdır ve modern bilimin temelini atmış bilim insanlarıdır. Fakat insanların bilmediği şey ise bu bilim insanları ve filozofların neredeyse tamamının daha sonra kâfir ilan edilip kitaplarının yasaklandığıdır. Gel gör ki Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin bağnazlığından ve baskılarından “Rönesans” ile kurtulmaya çalışılan bir dönemde aynı bağnazlığın pençesine İslam dünyası düşmüştür. İslam coğrafyasında felsefenin sönümlenmesi ve buna karşı çıkışın iki sembolik ismi İmam Gazali ve İbn-i Rüşd’ün “Filozofların Tutarsızlığı” ve “ Tutarsızlığın Tutarsızlığı” kitaplarına konu olan tarihi süreç.
“Sokrates’in Savunması” eserinde bahsedildiği üzere Sokrates’e yöneltilen tüm suçlar İslam dünyasındaki bilim insanları ve filozoflara yöneltilmişti. Aslında farklı uygarlıklar farklı dönemlerde aynı durumu yaşamışlar. İnsanlığın aşması ve yüzleşmesi gereken din ve felsefe çatışmasını kimi felsefe lehine kimi de din lehine sonuçlandırmış. Bu iki alanın birbiriyle uzlaşmasını beklemek ise safdillikten başka bir şey değildir; çünkü doğası gereği din dogmatik, felsefe ise tam tersi eleştirici, sorgulayıcı bir yapıya sahiptir. Çatışmaları kaçınılmazdır. Batı’nın bu çatışmayı iliklerine kadar yaşarken ibreyi felsefe lehine çevirmeyi başarmasında Endüslü filozof İbn-i Rüşd’ün görüşleri etkili olmuştur. Felsefenin dine aykırı görüşler öne sürdüğü tezine karşın İbn-i Rüşd, bilim insanları ve filozofların böyle bir özgürlüğe sahip olmaları gerektiğini savunuyordu. Avrupa’daki “Reform Hareketleri” ve sonrasında kurulacak olan seküler yaşam tarzı ve yönetim biçiminin temeli, bu can alıcı noktada gizlidir. Yani felsefenin en çok ihtiyaç duyduğu “özgürlük” kavramıyla ilgilidir.Dogmatik yapılanmaların en çok korktuğu kavram özgürlük kavramıdır.
Neredeyse tüm filozofların bahsettiği evrenin, dünyanın ve hayatın en temel dinamiği olan değişim; dogmatik bir kafa yapısıyla uyuşamaz. Felsefe ise eleştirici ve sorgulayıcı yapısı ile bu değişime öncülük edecek tek alandır. Devletlerin, dinlerin ve toplumun korktuğu şey; felsefenin algı ve olguları yıkarak ortaya çıkardığı değişim ve bunun sonucunda oluşan dönüşüm mekanizmasıdır. Felsefe içinde barındırdığı sonsuz düşünce ve hayal ile insanlığın değişimine ve dönüşümüne katkı sağlayacak iki alana temel oluşturur. Bunlardan biri bilim diğeri ise sanattır. Bilim, felsefenin sorduğu soruları ispat edebilmek için teoriler öne sürer ve bu teorileri kanıtlamak için mecburi olarak teknolojiye ihtiyaç duyar. Yani teknolojinin temelinde de felsefe vardır. Basit bir örnek verelim: Galilei zamanına kadar yerleşik bir olgu olarak Dünya’nın düz olduğu kabul ediliyordu. Oysa antik çağlardan beri filozoflar farklı görüşler öne sürdüler. Fakat ancak teleskopun 1608 yılında icadı ile Dünya’nın düz olmadığı ispatlanabildi. Sanat ise düşünce, duygu ve hayalin harmanlanmasıyla ortaya çıkar. İçinde düşünce barındırmayan şey sanat eseri niteliği taşımaz. Felsefenin evrene ve insana dair sorduğu ve cevaplanmaya muhtaç sorular, sanatçının zihin ve hayal dünyasını şekillendirir. Kim diyebilir ki Mısır Piramitleri’nin yapımında felsefenin katkısı yoktur. Piramitler kuşkusuz sanat eseridir. Bununla birlikte yapımı için matematik, geometri ve uzay biliminden ve dönemin felsefi görüşlerinden istifade edilmiştir. Yine örnek vermek gerekirse Tolstoy’un romanlarından felsefeyi çıkarttığınızda geriye bir şey kalmaz.
Felsefe, bilim ve sanatın anahtarıdır. Bir toplumun medeni nitelik taşıması ve ileri gitmesi için bilim ve sanat üretmesi kaçınılmazdır. Felsefe olmaksızın bilim ve sanat üretebileceğini iddia etmek ise tam anlamıyla realiteye en aykırı görüştür.
Gelelim, yazımızın başında değindiğimiz ve ıskaladığımız modern dönemlere. Tarihsel süreç içinde Batı, “Rönesans Hareketleri” ile başlamak kaydıyla felsefeyi bünyesine katmayı başarırken biz tam tersine felsefeyle aramıza mesafe koymuşuz. Felsefenin yarattığı değişim ortamı Avrupa’yı dönüştürürken bizde ise deyim yerindeyse yaprak kıpırdamaz bir durum oluşmuş. Şimdi bir düşünelim: Dogmatik kafa yapısı ile dünyanın ve hayatın tüm gizemlerine vakıf olduğunu düşünen bir güruha karşı durmadan soru soran, eleştiren bir zihniyetin çarpışması sonucu eleştirel akıl galip gelirse gelişimin, değişimin ve dönüşümün de önü açılmış olur. Avrupa’da yaşanan şey tam olarak buydu. Bizde ise tam tersi oldu. Dogmatik kafa yapısı galip geldi ve hiçbir değişim ve dönüşüm yaşanmadı. Gözlerinin önündeki devasa Piramitleri dahi algılayamaz hale geldiler. Aslında sabit kalmak durmadan geriye gitmek demektir; çünkü her şey değişirken sabit fikir ve konumda kalmak yok olmak anlamına gelir. Evrene, insana ve doğaya dair din, devlet ve toplum baskısı olmaksızın sorular sormak ve bu sorulara cevap aramak algı ve olguları ters düz edebilir. Bu hareketlilik ilk başta korkutucu görünse de evrenin, dünyanın ve insanın doğasına en uygun olanı budur. Ancak bu hareketlilik içinde insanlar, değişime ayak uydurabilir ve hatta öncülük edebilir.
Avrupa’da yaşanan felsefi hareketlilik ve arayış çabaları, insanlığı tamamen değiştirecek değişimler meydana getirdi. Rönesans Hareketleri’nden modern dönemlerin başladığı 17. yy.a kadar geçen süreçte insan bireysel olarak ve toplumsal bazda tamamen dönüştü. Matbaanın icadı artık kitapların dolayısıyla bilginin yok edilemeyeceğini, teleskopun icadı bilimsel teorilerin artık ispat edilebilirliğini, sanayi inkılabı insan gücünün yanında “makine” gücünün hayatımıza girişini tüm dünyaya ilan ediyordu. Sanatta roman türünün ortaya çıkışı toplumları derinlemesine etkilerken tiyatro, opera ve senfonik orkestralar insanın neler meydana getirebileceğinin en önde gelen kanıtlarıdır. Sanatta, bilimde ve teknikteki tüm bu gelişmeler insanı ve toplumu yeniden şekillendirdi ve modern insanı yarattı. Korkunç olan ise bizim tüm bu gelişmeleri yaşamamış olmamızdır. Sorunlarımızın ve bu sorunları çözemeyişimizin nedenlerini burada aramak gerekir. Felsefeye sırtımızı dönmemizin sonuçlarını geçmişte acı bir şekilde yaşadık hala da yaşamaktayız; çünkü hala felsefeyle yüzleşebilmiş değiliz.