BAHÇEMİZİN MEYVE ORMANI
Annem sesleniyor:
“Ümit, güneş batıyor! Al eline hortumu, domatesleri, biberleri, patlıcanları sula! İşin bitince de çıtır salatalıklardan, biberlerden, domateslerden birkaç tane kopar da salatayı hazırlayayım akşam yemeğine. Ha, bir de nane, maydanoz, reyhan bahçesinin toprağına bak; kuru ise ona da biraz su sık! Birkaç dalda salataya kopar.”
Şimdi, sizi biraz o zamanların bahçesinde gezdireyim mi? O bahçe ile yaşayacağımız ömür boyu beni terk etmeyen aşkımızdan bahsedeyim mi?
Dış kapıdan o evin merdivenlerini çıkıp geniş açılı sundurmadan baktığımda, yolun karşısında sıra sıra dizilmiş üç evin arka cephesinden ta, gümrük lojmanının üst duvarının köşe kenarına kadar; hatta biraz boyumu yükseltirsem mahallemizin tek tarihi, o eski binasını dahi görebileceğim bir panoramaya sahiptik. Üst görünümde ağaçların kesmesinden ufukta fazla açıklık yoktu. Geçtiğimiz günlerde istasyona gittiğimde ablamla eski komşumuzun yeni evinin çatısından gördüğüm Değirmenciköy hatta Yeniköy, Ergene ovası ve birazcık Uzunköprü peyzajı büyüleyiciydi. Şimdi anımsıyorum da ben de bu manzarayı aslında bizim ön taraftaki evin damına çıktığımda görüyordum. Ama o an hedefim sadece dutlar olduğundan, manzara kıymeti bilmezlikten ne büyük bir değeri es geçtiğimizin tokadını acımasızca komşu abinin çatı katı vurmuştu.
Neyse sundurmamızın manzarasında kameramı yakın çekime aldığımda bahçe çeşmemizin iki adım ötesinde, babamın diktiği ve özenle koruduğu, son gittiğimde de yıllara meydan okuyarak yaşamına devam eden kış armudu vardı. Olgunlaşmadan hatta yere düşüp parçalanmadan yemenize müsaade etmez bir hali vardı ki yerden alıp çeşmede yıkayıp akşam serinliğinde mideye indirmenin keyfini şu yaşıma kadar hiçbir meyvede bulamamışımdır.Bir güzel tarafı da evin önünde olmasıydı. Neden mi? Mahalle canavarları çocukların arka bahçedeki kayısı, elma, kiraz ve vişnelere yaptıklarını yapamıyorlardı.
Tam armut ağacının karşısında briket çit duvarına dayalı saç ayağını hatırlarım. Duvardaki ateş dumanının bıraktığı siyah izi ve anacığımın yaptığı gözlemelerin, akıtmaların kokusunu unutmak ne mümkün! O zamanlar henüz evlere çamaşır makinesi girmediğinden bu ocakta çamaşır kazanı kaynar, ayda bir bu kazanda çarşaflar, yastık kılıfları ve sakız beyazı iç çamaşırları yıkanırdı. Son kez onu son yolculuğundan önce yıkamak için kaynatılmıştı kazanda su.
Biraz ileride sıcak yaz günlerinde yapraklarının hışırtısı altında serinlediğimiz, koruğunu ayrı, ilk filiz yapraklarını ayrı, olgunlaşmış kara üzümlerini ayrı yediğim; yine babamın diktiği asmaya ulaşırdık. Ön bahçede babamın o içinden gelen muzipliğini yansıtan iki ağacı birleştirip birbiriyle ayrılmaz bir bütünlük oluşturduğu “n” harfi biçimli, kapı şeklini almış ağaç çiftini de unutmamam gerekir.
Sıra geldi arka bahçenin zenginliğine. Sol aralıktan yukarı tırmandığımda evin duvarının hemen bitimi, bahçenin başladığı noktada bizi haziran aylarında evimizin parfümü iğde ağacı karşılardı. Sevgili anacığımın en sevdiği idi ki meyvesini hala yemekten büyük zevk alırım. İki adım ötesinde ismini şu an anımsayamadığım vişneden aşı yapılmış kiraz ağacıgillerden bir ağaç… Ne verimli bir ağaçtı! Bütün yaz başı temmuz ortalarına kadar meyvesini sunmaktan büyük zevk aldığını hissederdim. Vişne kadar ekşi değil, kiraz kadar tatlı değildi. Müthiş bir zevk, inanılmaz bir tattı.
İki üc metre ileri de altında her mevsim sütünü sunan keçilerimizin ve oğlaklarımızın bahar dalları ile beslendikleri armut ağacımız vardı. Bilinçli miydi bilmem ama babam, bu ağacı ve diğer ağaçları da ilaçlamazdı. Kurtlardan şikâyetimizi bıyık altından gülerek geçiştirirdi. Sanki, ileride bu kurtlu meyvelerin değerini anlayacaksınız, der gibiydi.
Hemen kirazın sağındaki arka evin tam önünde hala yaşadığını gördüğümde gözyaşlarımı tutamadığım kadim dut ağacımız vardı. Ben deyim o zamanlar elli, siz deyin yetmiş beş yaşındaydı. Bendeki hakkını yaşadığım sürece ödeyemeyeceğimi itiraf ediyorum. Yaz tatilim boyunca kakaolu keçi sütü ile yaptığım kahvaltıyı, bu dut ağacının iri taneli dutlarından oluşan öğle yemeğim izlerdi. İçim tatlıdan biraz mayıştıysa hemen yukarıdaki vişneye yanaşırdım. Ah, o vişnenin o narin dallarından ne düşmüşlüğüm vardır! Ne siz sorun ne ben söyleyeyim! Anama reçellik bırakmazdım da ne azarlar işitirdim kadıncağızdan.
Dut deyince bahçemizde tek dut ağacı yoktu; farklı tatlarda, farklı renklerde, farklı zamanlarda ürün veren tam tamına dört çeşit dut ağacımız vardı. Eski evin yanında hafif kırmızı beyaz, bazı dallarında sadece kıpkırmızı dutlar veren ağacımız, arka evin arkasında “Misket” adında benim sevdiğim fakat aileden kimsenin hoşlanmadığı değişik tatlar barındıran bir başka dut cinsi daha vardı. Bu nedenle midir nedir, bugünlerde ne zaman bir bahçede olursam ve dut ağacı görürsem, bahçe sahibi aileden izin almadan saldırıyorum ve işim bittiğinde aileden özür diliyorum. Tabii ki her seferinde eşimden güzel bir söz fırtınası işitiyorum. ”Çingenelik var sende, bu kesin! “ diyor.
Bahçeye devam edelim. Kırmızı beyaz dutumuzun üst komşusu, hepinizin bildiği, tadından haz aldığınızı ve benim gibi hala unutamadığınızı düşündüğüm, iki adet kayısı ağacımız vardı. Ne muhabbetleri olmuştur kim bilir bu iki ağacın komsuları dutla. Daha o pembemsi çiçekleri
açıp da baharı müjdeleyen tohumlarını bal arılarına cömertçe açmaya, sunmaya başladıklarında benim de dilim damağım ekşisini düşünerek kamaşırdı. Aş eren lohusalar gibi büyümelerine müsaade etmeden içlerini acımtırak çekirdeği ile yemeğe doyamazdım, beklemeye dayanamazdım. Kayısılar olgunlaşana kadar sizlerin ve benim yardımlarımla seyrekleşir, güneşin olumlu etkisini balına sonuna kadar geçirirdi. Sizlerden ve benden hatta kargadan, baykuştan arta kalanları da babam kahveler önünde satardı.
Tabii ki bahçenin bu nimetlerinden yararlanırken güzeldi de kayısıların paralelindeki domates, patlıcan biberden ayrı kalan alana kışlık; soğan, patates ekimi yapmak için toprağın bellenmesi de gerekiyordu. Bu işi de babam bana öğretmek, biraz da kışın yerken zahmetimin mutluluğunu yaşamamı isterdi sanırım. Ama ben birkaç bel vurduktan, sağımda solumda gaklayan ördekleri kazları solucanlarla besleme oyunundan sonra çaktırmadan kahveler önüne atardım kendimi. Akşam yemeğinde minik bir azar ve “ne olacak bu çocuğun sonu” bildik muhabbetten sonra hayat devam ederdi.
Az kalsın unutuyordum, elma ağacımız ve üst sınırda kendi halinde piçlerden oluşmuş ekşi erik ağaçlarımızdan bahsetmezsek sohbette eksiklik olur. Ben kayısının, eriğin ekşisine bayılırdım. Cep cep yerdim, ayıptır söylemesi!
Babama o zamanlar söylemezdim ama bahçemizde olmayanlar da vardı. Buradan sizin huzurunuzda hesap soruyorum: ” Ey Müftü Ahmet, tamam uğraşmışsın güzel; bir vaha yaratmışsın ama nerede narlar, nerede ayva ağacı, nerede Kara Nermin’in ekşi elması, nerede incir ağaçları, muşmula, yeni dünya ve şeftali ağaçları? Tamam; limon, mandalina, portakal olmaz ama diğerleri neden yok? Bizi onlardan mahrum bırakmışsın! Senin yolundan giden eski av arkadaşının oğlu komşu ağabeyin bahçesini görebilseydin keşke! Uluslararası meyvelerin İstasyon ikliminde yetişmesine küçük dilini yutardın korkarım. Neyse, sen bizi hesaba çekerken iyiydi değil mi? İşte ben de seni sınava çekmekten hiç olmadığım kadar zevk alarak ruhunu rahat bırakmak isterim.
İşte dostlar! Bahçemizde yetişenleri anlatmak için giriştiğim yazı serüveninden bu kadar detaylı bir yazı çıkacağını biri söylese gülerdim, inanın. Umarım, beni olduğu kadar sizi de eğlendirmiştir.