AYDIN AKYÜZ/TÜRK ENTELİJANSİYASININ KENTSOYLU EDİBİ HALİD ZİYA UŞAKLIGİL

TÜRK ENTELİJANSİYASININ KENTSOYLU EDİBİ HALİD ZİYA UŞAKLIGİL ( 1865 – 1945)

Ailesinden gelen ticari kültürü ve şehirli yaşamı, kendine has kişiliği, disiplini, Avrupai yaşam tarzı, bürokraside edindiği isim ve kendisine oluşturduğu konumundan dolayı burjuva entelektüeli olarak nitelendiriyorum onu. Görüyorum ki bu şekilde nitelendirmeyen de yok gibi. Romanda açtığı yol bizi günümüz romanına ulaştırdı ve bu da Nobel’le taçlandırıldı. Halit Ziya Uşaklıgil’i yazmadan önce onun hakkında en çok yazılan edebi şahsiyetlerden olduğunu biliyordum; fakat öyle bir külliyat var ki hakkında, insan gerçekten hayran kalıyor. Romana atlattırdığı çağdan ve seviyeden dolayı edebiyat tarihimizde sağlam bir yer edinmiştir. Sadece romanları değil edebiyatın bütün dallarına olan ilgisi, özel yaşamı, yapıtları, tercümeleri, anıları, sosyal ve siyasi tarih içerisinde aldığı konum, onu hakkında devamlılık gösteren ilgiye mazhar kılıyor. Kendisi de bu özelliğinin farkında.  Eserlerini kendi eliyle yeni alfabe ve Türkçeyle yazıp sadeleştirmesi, dört ciltlik “Sanata Dair” kitabı, saraydaki yıllarını yazdığı “Saray ve Ötesi” anı kitabı bunu gösteriyor bize. Romanlarındaki burjuva yaşantısı, bu romanların günümüzde uyarlandığı diziler vasıtasıyla hala ulaşılmaya çalışılan bir yaşam tarzıdır. Çağını yansıtır ve çağlara hitap eder. Osmanlı burjuvazisinin ve aydınının özelliklerini diğer edebiyatçılarımız gibi onda da görüyoruz. Bu konumu Cumhuriyet Dönemi’nde de devamlılık arz ediyor üstelik.  Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide aydınları bu dönemde sönük kalmışken Halit Ziya, kendisini güncelleyerek yerini sağlamlaştırarak koruyabilmiş ve döneminin kanonu olmuştur.

Bürokrasi burjuvazisine dâhil olan Halid Ziya, ticaret burjuvazisinden olan ailesinin imkânlarıyla üst düzey bir eğitim alma imkânına sahip olabilmiştir. Saltanat merkezli Osmanlı toplum yaşantısında burjuva kesimi şehirde yaşayan ve eğitimli insanlardan oluşan orta tabaka insanlardı. Bunların üst konuma gelebilmeleri yine saray bürokrasisine bağlıydı. Daha fazla yükselmesine izin verilmezdi. Yani aristokrasi ve asilzâde grubunun oluşması diye bir durum söz konusu olamadı. Ekonomik anlamda gerçek burjuvazi gayrimüslimlerdi. Fakat imtiyazlı bir sosyal konumları olsa bile saltanat üyelerini de aşacak bir servete erişemezler, bir yerde müdahale edilirdi. Müslümanlar ve Türkler arasında zaten ticaretle ilgilenen yoktu. Bizdeki burjuvazi daha çok bürokrasi üzerine kurulan memuriyetten ibaretti. Burada da bir patronaj ve himaye söz konusuydu. Tabii, şunu da söylemek lazım, Osmanlı özellikle geri kaldığını fark ettikten sonra kendi bürokrasisini kendi eliyle Avrupa’ya göndererek oluşturdu. Sarayını, müziğini, mimarisini, eğitimini Batı’ya, özellikle Fransızları örnek alarak yeniden yapılandırdı. Bunu yaparken de buranın aydınını kurumların başına getirerek yapmaya çalıştı. Bu ıslahatların etkisiyle aydın bir kesim yetişmesine ortam sağladı. Kendi bürokrasi üyelerini de bu yetişmiş kişilerden seçti. Genel olarak bakıldığında sultanın çevresi dâhil olmak üzere önemli kurumların başında bu aydınlar yer alabildi. Bu aydınlar çok yönlü oldukları ve birçok disiplinle ilgilendikleri için eleştiri ve mücadele kültürüne de sahip olmuşlardı. Zaman zaman bu özellikleri saltanatla karşı karşıya getirdi onları.

Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri’ne bakıldığında edebiyatçılarımızın neredeyse hepsinin şehirde yaşayan, Avrupa görmüş, patronaj bağlantısı güçlü, bürokratik vazifeleri olan ve iyi eğitim görmüş şahsiyetlerden oluşması söz konusudur. Özellikle Servet-i Fünûncular bu durumun ete kemiğe bürünmüş haliydi. Fransız kültür ve edebiyatı başta olmak üzere Batılı bir yaşam tarzı uyarlaması apaçık ortadaydı. Dekadan diye de eleştiriliyorlardı Tanzimat nesli tarafından. İlginç olansa, Halid Ziya modern roman konusunda Ahmet Mithat’tan etkilenmesine rağmen Ahmet Mithat onları dekadan diye eleştirebilmiştir. Bunların en önemli özelliği, bu yenileşme kültürünü halka yaymaktı. Bu konuda Rönesans sanatçılarını örnek alıyorlardı. Aydınlanmayı halkta başlatmak gerekiyordu. Buradaki önemli diğer bir nokta, Tanzimat sanatçıları üst tabakadan iken sosyal meselelerle ilgili değilken Edebiyat-ı Cedidecilerin orta sınıfa mensup olmalarıydı. Halka daha yakınlardı. Sosyal sorunların farkındaydılar. Nitekim eserlerinde bu durumu yansıtan karakterleri ve olayları görebiliyoruz. Böyle bir atmosferde kültür elçisi, yenilikçi, devrimci ve hatta sarayı da karşısına alan güçlü bir edebiyat burjuvazisi oluşması işten bile değildi. Cumhuriyet kadrolarını etkileyen beyin de bu şahsiyetlerin arasından çıkmıştır. Hür fikir ve hür vicdan söylemiyle Atatürk’ü etkileyen Tevfik Fikret bunun en güzel örneğidir. Buradan bakıldığında burjuva edebiyatı üzerinden oluşmuş bir yazınımız olduğu ortadadır. Edebiyatımızı bu kişilere borçluyuz. İşte bunlardan biri Halid Ziya Uşaklıgil’dir.

Halid Ziya, dedesinden babasına aktarılan ticaret burjuvazisinde doğmuştu. Bu servet onun iyi eğitim almasına olanak sağlasa da o bir burjuva özelliği olarak kendi yolunu çizen bir birey olacaktır. Dede İzmir’de, baba İstanbul’da ticaretini sürdürür. Halid, burada doğar; Eyüp’te. Bu aile, Abdülaziz’in tahttan indirilme olayları nedeniyle rahatları bozulduğu için Halid’i de alarak İzmir’e taşınmak zorunda kalmıştır. İzmir’in Halid Ziya’nın edebi doğuşuna tanıklık etmesi, ticari, sosyal ve hareketli edebi yaşantısı ile buna ortam sağlaması bakımından önemi büyüktür. Onun hayatında ilk dönem unsuru olmuştur. Asıl aydın ve edip kimliğini edindiği İstanbul’sa ikinci dönemini oluşturur. Romanlarında gösterdiği şekilde büyük bir konakta kendi odasında dadılarıyla büyüyordu Halid Ziya. Bürokrasinin ve aristokrasinin zengin üyeleri bu konakta misafir olabiliyorlardı. Küçük Halid bu seçkin misafirlere gazete okuyordu. Müslüman bir Ermeni olan Güllü Agop’un Sultan Abdülaziz’den aldığı altınlarla kurduğu, ilk defa Müslümanların oynadığı ve Türkçe eserlerin sahnelendiği Gedikpaşa Tiyatrosu’na babasıyla ele ele giden bir çocuktu Helvacızâdelerin gelecek vaat eden torunu. On iki yaşında bir çocukken gittiği kumpanyalardan etkilenip geleceğine tesir ettiğini anılarında da yazacaktı.

Dedenin yanına taşınınca ailenin geleceği olarak görülecek şanslı bir torun olur Halid Ziya. Özel hocalar tutulur. Fransızca, İtalyanca, Almanca gibi yabancı diller öğretilir. Batılı eğitim veren gayrimüslim okullarında rahatça eğitim görebilmesi için Rumca dersler de verilir. Sonunda Ermeni bir okula yazdırılır. Burada Batılı bir eğitim alır. Hocalarının yönlendirmesiyle edebiyatla ilgilenmeye başlar. İzmir’de başladığı rüştiyede Mithat Paşa tarafından zorunlu tutulan Fransızca derslerini alması da onun yabancı dil konusunda heyecanlanmasını sağladı. Ermeni okulu ve özel hocalarının verdiği eğitim ve yönlendirmesiyle Fransızca çeviri yapmaya girişti. Jules Verne ve Alexandre Dumas eserleri çevirdikleri arasındadır. Bu üst düzey dil bilgisi sayesinde genç yaşında Osmanlı Bankası’nda iş teklif edilir ve kabul eder. Buraya alınmasında etkili olan husus matematik bilgisinin gerçekten çok iyi olmasıdır.

Kendi parasını kazanmaya başlayınca edebiyata; fikir dünyasına yatırım yapmaya karar verir. Edebiyata Batılı bilgi ve görgüsüyle hizmet etme ve eserlerini yayımlama niyetiyle dergi çıkarmaya karar verir. Ancak gazete şeklinde çıkarabildiği bu yayının adı “Hizmet”tir. Burada mensur şiirle başlar ürün vermeye. Dede tarafından kişisel kütüphane oluşturmaya yönlendirildiği için Batılı şair ve yazarları kendi dillerinden okuyarak tanıma imkânı doğmuştur. Bu okumalarında Bertrand’ı Baudelaire’i, Musset’i, Victor Hugo’yu okuması şiire yönelmesinde etkili olur. Bu okuduğu okul öyle bir okul ki daha öğrenciyken tercümeye yönlendiriyor. O kadar ilerlemişti ki bu konuda Fransız edebiyatı tarihi yazdı. Alman ve İspanyol edebiyatlarının tarihini yazdı. Olağanüstü bir gayret! Sadece ailenin zengin olmasıyla da ilgisi yoktur bunun. Halid Ziya’nın Avrupa’nın edebiyatta verdiği eserlerle altın çağını yaşadığını fark etmesi ve kendisine sunulan imkânların farkında olmasıyla ilgilidir. Tam burjuva özgüveni ve cesareti! İşte burjuva kafası budur. Entelektüel düşünce biçimi budur. İlk tercüme, hikâye ve romanlarını çıkardığı gazetede yayımlar. Ahenk adında bir dergi daha çıkarır İzmir’de.

Tabii, Avrupa’yı da takip etmek gerekiyordu. Paris’i de içine alan kısa bir geziye çıkar. Dönüşte İstanbul’da Reji İdaresi’nde bulur kendisini. Reji İdaresi’ndeki görevi işçi seçimidir. Uzun yıllar çalıştığı bu kurumda üst düzey görevler de yapmıştır. Reji, tütün işletmesiydi tam olarak. Meşhur Osmanlı borçları dolayısıyla kurulan Duyun-ı Umumiye’yi biliyorsunuz. Ünlü Muharrem Kararnamesi ile 1881’de Duyun-ı Umumiye İdaresi kurulur. Komisyonda yabancı devletler adına temsilciler yer alır. Reji İdaresi de bu kurumun yegâne gelir kaynağı olacak tütün işletimini vergilendirmek için kurulur. Yönetimi İstanbul’dadır. Bu idare Anadolu’da birçok tütün fabrikasını işletir. Gelirlerinin büyük kısmını Duyun-ı Umumiye’ye vermeyi taahhüt eder; fakat yabancı kredi kuruluşlarından ve yabancı bankalardan oluşan bu kurum elde ettiği kârı şirket ortakları arasında bölüştürmüştür. Osmanlı Devleti’ni de zarara uğratmıştır. Üstelik tütünü üreticiden düşük fiyatlara satın alıp üreticiyi de zarara sokmuştur. Düşünün ki üreticiden kuruş fiyatına alıyor binlerce kat kâr koyup dışarıya satıyor. İşin acı tarafı, tütün üreticisinin mahsulünün Reji’den başka bir yere satılması da yasak. Verilen imtiyazlar yüzünden resmen eşkıya gibi bu alanda tekel oluşturmuş bir şirketti Reji İdaresi.  Geliri de kısa zamanda zaten milyon dolara ulaşmıştı. Buna rağmen zarar ettiğini açıklıyor; fakat yüksek kâr elde ettiği yabancı bankaların raporlarından öğreniliyordu. En acı olan durum ise vergi alması gereken Osmanlı Devleti bu idareden borç isteyebiliyor. Otuz yıla yakın faaliyetini sürdüren bu kurum 1920’de TBMM’ye bağlanır. Artık vergiler dış borç yerine Ankara Hükümeti’ne irat edilmektedir. 1925‘te kurum tamamen satın alınarak yerlileştirilmiştir. Bir süre sonra da yerine Tekel kurulmuştur. Bu Reji’yle ilgili Şinasi İlhan Tarus’un 1957 tarihli “Var Olmak” adıyla bir romanı vardır. Kendisi de Bigalı olan Tarus’un babası bölge reji müdürüdür. Mondros sonrası savaş ortamı, Kuva-yı Milliye oluşumu ve bu arada bu bölgede yabancı Reji İdaresi’ne karşı kaçakçılık yapılmak zorunda kalındığı anlatılıyor romanda. Dönemi anlamak açısından unutulmuş ama son derece önemli bir romandır.

Böyle bir kurumda çalışması   Halid Ziya’yı gerçekten yormuştur. Çünkü o ahlaklı ve dürüst bir adamdır. Bu işi sayesinde İstanbul’da edebiyat çevrelerine dâhil olması ise tek tesellisiydi. Burada Edebiyat-ı Cedide üyeleriyle tanışır. Bu topluluğa dâhil olduktan sonra Servet-i Fünûn’da “Mai ve Siyah” romanını yayımlar. Mai ve Siyah, Servet-i Fünûn için manifesto niteliğinde olmuştur. Bu romandan üç dört sene sonra 1900’de “Aşk-ı Memnu”yu yayımlar. Bu romanı da topluluğun zirvesi olur. Nitekim dergi kapanır. O da fırsattan istifade Darülfünun’da ders vermeye         başlar. II.Meşrutiyet’le            birlikte İttihat  ve Terakki’ye katılır. 31 Mart Olayı’ndan sonra Osmanlı tahtına en yaşlı padişah V. Mehmet Reşat getirilir. Mevlevi şeyhinin elinden Osman Bey’in kılıcını kuşanarak tahta oturur. İttihat ve Terakki hükümetini temsilen V. Mehmet Reşat’ın mabeyn başkâtibi olarak Halid Ziya atanır. Başkâtip, padişahın genel sekreteri ve danışmanı demek oluyordu. Sarayın dışarıyla ilişkisini sağlıyordu. Hükümet ile de yazışmalar ve kanunlar onun aracılığında ve denetimindeydi. Bu atamayı yapan Talat Paşa’dır. Asıl görevi kafes hayatı yaşayan padişaha dünyayı tanıtma ve onu Batılılaştırmaktı. Sarayı ve çalışanlarını da yeni meşrutiyet rejimine uygun yetiştirmekti. Padişah tahta çıktığında ağabeyi II. Abdülhamid’in oturduğu Yıldız yerine Dolmabahçe’yi tercih etmişti; fakat otuz yıl boyunca kullanılmadığı için bakımsız kalmıştı. Dolmabahçe Sarayı’nın yenilenmesi işini çok güvendiği Halid Ziya Bey’e verdi. Halid Ziya, saraydaki masrafları keserek tadilata başlar. Elde fazla kaynak da yoktur. Dolgu malzemesi olarak atık kâğıt kullanıldığı söylentileri bile çıkmıştır. Elektrik ve kalorifer tesisatının da döşenmesi gerekiyordur. Öncelik elçilerin ağırlandığı ve önemli toplantıların yapıldığı Süfera Salonu’ndadır. 2020 tarihli bir haberde Dolmabahçe Sarayı, Süfera Salonu’nun tadilatında duvar sıvalarının içinden gazete dolgularının çıktığına dair bir haber çıktı Anadolu Ajansı’nda.

1910 tarihli Osmanlıca ve Fransızca yazılan gazetelerde; “Osmanlı” ve “Prens Celaleddin” adlı Osmanlı’nın ilk uçakları haberleri yazılıydı. Bu uçakları Padişah Mehmet Reşat almış orduya. Tayyare Mektebi de açılmış. Pilotluk eğitimi için yurt dışına öğrenciler gönderilmiş. Zamanla Fransa, Almanya ve İngiltere’den bomba da atabilen on yedi adet uçak alınmış. Birinci Dünya Savaşı’nda elimizde deniz uçaklarının da bulunduğu üç yüz uçağımız varmış. Bunlardan bir kısmını müttefikimiz Almanya hibe etmiş. Bu gerçekten çok ilginç! Saray konusuna devam edersek, Halid Ziya burada Sultan’ın davet ettiği ama hiç sevmediği ünlü Türk dostu Pier Loti’yi de görecektir. Buranın Halid Ziya için kaderine etki eden bir yönü daha vardır. Bu salonu Mustafa KemalAtatürk de kullanacaktır. 1932’de Birinci Türk Dil Kurultayı’nı burada toplayacaktır Atatürk. Tarihin cilvesine bakın ki bu kurultaya Halid Ziya da davetlidir. Kurultayın yedinci gününde burada bir konuşma yapacaktır. İttihatçı olduğunu bilmesine rağmen Padişah onu çok sever ve güvenir. Yanında  üç  hafta  süren  Rumeli  gezisine  bile  götürür.

Bu gezi sırasında Osmanlı’nın Balkan şehirlerini, Selanik’teki Abdülhamid’i, Kosova’daki Sultan Murat’ın iç organlarının gömüldüğü türbesini görme fırsatını yakalar. Hatta onu kendisini temsilen Meclis-i Âyan üyeliğine atar. Bu kadar çabuk yükselmesi bazı kesimlerin tepkisini çekti. Cuntacı Halaskar Zabitan Grubu, Halid Ziya’ya görevlerinden ayrılması için tehdit mektupları göndermeye başladı. İttihatçı olması ve padişahın nezdindeki durumu nedeniyle hedefe konulmuştu. Bu baskılara dayanamayan Halid Ziya üç yıl sürdürdüğü başkâtiplikten ve vekillikten istifa etmek zorunda kalır.

Bu görev sırasında sarayın mimarbaşısı Vedat Tek Beyefendi ile çalışma fırsatı bulur. Mimar Vedat Tek’e Yeşilköy’de bir villa yaptırır. Büyükada’dan buraya taşınır. Burada başka Servet-i Fünûncular da vardır. Aslında buranın adı Ayastefanos iken Halid Ziya geldikten sonra Yeşilköy olur. İsmini Halid Bey’in verdiği söylenir. Halid Ziya, eşi adına Çemberlitaş’ta Sinan Ağa Daireleri’ni yaptırır. Bugün “Halid Ziya Uşaklıgil Apartmanı” olarak biliniyor. Vedat Tek, ulusal mimari akımını başlatmış, ilk defa İstanbul’da yerel mimar olarak ofis açmıştır. Dolmabahçe Sarayı’na Halid Ziya ile yaptığı eklerin yanında Haydarpaşa Vapur İskelesi, Moda İskelesi, Ankara Palas, Gazi Köşkü, İzmit Saat Kulesi ve Kastamonu Hükümet Konağı kendi tasarladığı ünlü yapılardır. Atatürk tarafından Ankara’ya çağrılıp Cumhuriyet’e hizmet etmiştir; fakat Mimar Kemâleddin Bey ile yaşadığı sorundan dolayı Ankara’dan ayrılmak zorunda kalır. Annesi Divan Şairi Fitnat Hanım’dan sonraki kadın şairlerimizden Şair Leyla Hanım’dır. Galata Mevlevihanesi’nin bahçesinde yatmaktadır. Kardeşi Yusuf Razi Bel ise İstanbul’un işgal yıllarında belediye başkanlığı yapmış, Meşrutiyet yıllarında dergilerde yazıları yayınlanmıştır. Enver Paşa’nın Çanakkale’ye cepheye gönderdiği edipler arasında Yusuf Razi Bey de yer alıyordu. Halid Ziya, saraydaki başkâtipliği görevi sırasında yaşadıklarını “Saray ve Ötesi” adlı üç ciltlik anı kitabında anlatmıştır. Mutlaka okunmalıdır. Bu kitaptan hemen önce çocukluğundan kırk yaşına kadar olan yaşamını “Kırk Yıl” adlı kitabında anlatmıştır. Oğlu Vedat’ın ölümü üzerine de “Bir Acı Hikâye”yi yazacaktır. Görüldüğü gibi müthiş üretken bir yazardır Halid Ziya Uşaklıgil.

Halid Ziya eserlerinde, kahramanlarına kendi hayatını yaşatan realist  bir romancıydı. Ticaret burjuvazisinden bürokrasi burjuvazisine geçme özelliğini bile roman karakterlerinde yaşatmıştır. “Ferdi ve Şürekâsı”nda tamamen ailesinin ve kendisinin ticari hayatını ve ilişkilerini kahramanı keresteci Ferdi Bey üzerinden bir film gibi yansıtmıştır; fakat burada ayna dediğimiz unsuru ters göstererek kendi karakterinin değeri üzerinde uygulamıştır. Kendisi burjuva konumunun gereği ahlaklı ve erdemli bir kişilikken karakter tam zıddı bir seviyededir. Burada aslında olumsuzu gösterip kendisini hatırlatmak istiyordu. Yine, sansür nedeniyle eserini yırtıp attığı anısını da Ahmet Cemil’de yaşatıyordu. Bu şekilde aslında kendisine, ailesine, arkadaşlarına ve yaşadığı çevreye kendi yazdığı aynadan bakıyordu. Yaşadığı coğrafya değişirken kendi sürecini de böylelikle rahatlıkla yönetebiliyordu. İlk dönem acemi romanlarından edebi romanlarına kadar gelişen karakterler bize gelişen Halid Ziya’yı gösteriyordu.

“Kırık Hayatlar”da da artık Cumhuriyet yazarı Halid vardı. Dil ve kelimeler bile yenilenmişti. Artık yeni bir düzen, yeni sosyete ve bizden zuhur etmiş yeni kelimeler hatta yeni bir alfabe vardı. O da bütün eski eserlerini bizzat kendi eliyle yeni alfabeyle yeni Türkçeyle yeniden yazdı. Bu sürecini “Sanata Dair”de kendisi anlatacaktı.            Sanata Dair,    yazarın edebiyat ve edebiyat tarihi ile ilgili fikirlerini içeriyor. Dil konusundaki düşünceleri ilginçtir mesela. Ağır ve süslü bir dille yazdığı için ekler konusunda kafa karışıklığı ve uyum sorunu yaşadığını belli eder yazar. Ses olaylarında da aynı uyum sorununu yaşıyor. Örneğin; sertleşme, yumuşama, benzeşme gibi konularda köke sadık kalmayı yeğliyor. Türkçe yerine “Türkce”, gelecektir yerine “gelecekdir”; “cevab, hitab, sevab” kelimelerinde “-p” sesini reddediyor ve Arapça telaffuzuna uygun kalmayı tercih ediyor. İsminin “Halit” diye yazılmasından nefret ediyor. Soru eki “–mi”yi de “gelmedimi” şeklinde bitişik yazmayı savunup özel isimlerin kesme işaretiyle ayrılmasına da karşı çıkıyor. Kesme işaretini hemze ve ayın içeren kelimelerde kullanıyor mesela kendisi. Yabancı isimlerin de kısa çizgiyle ayrılmasını öneriyor. Çok ilginç önerileri ve alışkanlıkları var Halid Ziya’nın. Harflerin üzerine konan şapkaya “peruka” diyor,  “-k” harfine haddinden fazla görev verildiğini ve “-q” harfinin de alfabede (alfabeye de ABC diyor) yer almasını istiyor. Aslında o, telaffuza bağlı bir alfabe istiyordu. Belki bunu çok iyi bildiği Fransızca’da olduğu gibi konuşma üslubunun kibar bir yazı seslendirmesini istiyordu. Halid Ziya, sarfa göre imlayı; köke sadık kalarak eklemlenmeyi savunuyor. Türkçeyi “zü’l-ma’aşeyn” yani iki yaşamlı olarak tabir ediyor. Konuşma ve yazı yönüyle zor bir dil olduğunu, bu nedenle İstanbul şivesinin esas alınmasını dile getiriyor. Dil işini sanat olarak görüyor. Bu meselenin ihmal edilmemesi gerektiğine inanıyor ve kendisinin de asla tahammülü olmadığını belirtiyor. Sadelik yapacağım diye bayağılığa kaçılmasını da eleştiriyor. Lisandaki güzelliğin ve ahengin korunmasını, zevki okşamasını istiyor. Dil yabancı dilden nasıl girdiyse Türkçe telaffuz edildiği şekliyle yazılmasını istiyor ve bu kelimelerin artık Türkçeleştiğini kabul ediyor. Türkçenin diğer dillerden aşağı kalmadığını, hiçbir lisanda bulunmayan fiil kullanımı ve eklerle anlamın çeşitlenmesini servet olarak görüyor, dilde sadeleşmeyi savunan Türkçülük akımına bu konuda destek veriyor, dilde yapılan sadeleştirme çalışmaları sayesinde Arapçanın türeme şeklinden kurtulunacağını dile getiriyor. Çağatayca, Uygurca, Özbek dilleri gibi kendi kaynaklarımıza bakılmasını tavsiye ediyor. Her millet kendi dilini kendi yapar, diyerek yeni kelimeler üretilmesini ısrarla dile getiriyor. Bunların dile yerleşmesi için de halkın kullanışına gazeteler, okullar ve devlet vasıtasıyla sunulmasını ikaz ediyor. Savaş, barış, ülkü, önem gibi yeni kelimeleri beğendiğini söylüyor. Yazarların bu yeni kelimeleri kullanmalarını salık veriyor. Bu meseleyi Türk dilinin istiklali olarak görüyor. Kendisi de bu konuda öncülük yaparak eski dille yazılmış eserlerini yeni kelimelerle sadeleştirerek basıma çıkarıyor. Yeni neslin kolayca anlamasını arzuluyor. Hatta daha önce süslü ve ağdalı yazdığına kızıyordu. Gerçekten bu, takdir edilecek ve örnek alınacak bir davranıştır. Halid Ziya sözlük yazımı konusunda da bir hayli iddialı. Kendisine gelen sözlük inceleme isteklerine ayrıntılarıyla cevaplar vermiş.

Halid Ziya Uşaklıgil, oğlu Vedat’ın intiharı nedeniyle zor günler geçirmiştir. “Bir Acı Hikâye” adlı eserini oğlunun hatıralarını yaşatmak amacıyla yazar. Bu olay 1937’de Vedat Uşaklıgil’in Tiran Büyükelçiliği’nden alınmasından sonra oluyor. Büyük bir sansasyona neden oluyor bu olay. Sonraları da uzun süre unutulmamıştır. Selim İleri’nin “Kırık Deniz Kabukları”nda bu olayı kurgular. Bir Acı Hikâye ile metinlerarasılık ilişkisi kurar. Çok ilginç bir eserdir. Zira, Halid Ziya’nın roman kahramanları da konuşur bu eserde. Vedat, Atatürk’ün çok  sevdiği  bir  kişidir.

Büyükelçi yapan da bizzat kendisidir. Atatürk, Uşaklıgil ailesiyle eşi Latife Hanım vasıtasıyla tanışıyor. Latife Hanım da Uşşakizade ailesinden. Halid Ziya, amcasının oğlu oluyor. Halid Ziya, kuzeni Muammer’in kızı Latife’yi, Atatürk’le evlenince Çankaya’da ziyaret ediyor. Bu sırada oğlu Vedat’ın piyano çaldığını öğrenir. Çalmasını ister ve çok beğenir. Tercümeler de yaptırır. Bunun üzerine Londra elçiliği üçüncü kâtipliğine tayin eder. Hatta Halid Ziya’nın diğer oğlu Bülent de aynı amaçla Londra’ya gönderilir. Bu Bülent, Yunus Nadi’nin kızıyla evlidir. Vedat, Atatürk’ün yakın ilgisi ve iltifatları nedeniyle haset ve kıskançlığa uğrayarak baskıya maruz kalır. Latife Hanım, Atatürk’ten boşanıp köşkten ayrılınca Vedat’ın da uzak kalmasını istemiştir. Halid Ziya, oğlu ölmeden kısa süre önce çirkin ifadelerin ve yakıştırmaların yer aldığı isimsiz mektuplar almaya başlar. Oğlundan saklar ama mektuplar ona da gitmiştir. Sonra Vedat, elçilikten alınır. Kısa süre sonra da uyku ilacı içerek intihar ettiği haberi gelir. Halid Ziya, bu olaydan sonra bir daha toparlanamayacak ve oğlunun acısını ölünceye kadar ağır bir şekilde hep hissedecektir.