SİHİRLİ PARMAKLAR
Üniversiteden mezun olurken sevgili arkadaşlarımın benim için yazdıkları “pozitif iyonların cirit attığı bu kızın parmakları sanat dünyası için büyük kazanım” ifadesi tesadüf olmasa gerek. Genetik kökeni olan, bende dört yapraklı yonca etkisi uyandıran bu yaratıcılığın pamuk tenli anneannemden geldiğini düşündüm hep. Yanık tenli, esmer bir çocuk olarak hiçbir fiziksel ortaklığımız olmamasına rağmen ruhumuzda pek çok ortaklık mevcuttu zannımca.
Yaz kış demet demet, renk renk güller açardı bahçesinde. Kokusu gönüllerimizi, şerbeti çocuk yüreklerimizi sevindirirdi. Yerine göre emektar bir Anadolu kadını, yerine göre kendi tasarladığı modellerle ortaya çıkan bir modacı, yerine göre de işe yaramaz dediğimiz çaputlardan harikalar yaratan bir tasarımcı… On parmağında on marifet olan küçük, dev bir kadın… Evini her ziyaret edişimde eskiden yeniye dönüşmüş paspas, elbise, heybe, çanta, kilim gibi yaratıcılık ve beceri gerektiren pek çok eşya karşılardı beni.
Yoğun bir sınav döneminden sonra biraz dinlenmek bana iyi gelecekti. Şehirlerarası yolculukları oldum olası sevmişimdir. Hele ucunda sevdiğiniz, özlediğiniz insanlar varsa uçarak gitmek istersiniz. Sizi görünce dünyanın onların olduğunu duyan insanlar vardır. İşte benim anneannem de o insanlardandı. Tipik bir Ege kasabasının badanalı çıkmaz sokağında badem ağaçlarının çevrelediği, mavi boyalı ahşap kapısıyla küçük, şirin ve yıllara meydan okumuş bir evde otururdu anneannem. Yaz kış o güzelim taş duvarları daima badanalı olurdu. Hafızamda hem dedemin elimden tutup ayakkabıcıdan o çok sevdiğim topuklu terlikleri aldığı bir şehir hem de anneannemle yeni sağılmış akşam sütünü almak için Arnavut kaldırımlarında seğirttiğimiz bir köy olarak kalan bu çoklu ortam, ruhuma da sirayet etmişti.
Altın çağını yaşadığı dönemlerde civar köylerde yaşayanların yerleşme hayalini kurduğu; esnafından halkına, memurundan çiftçisine mutluluk ve bereket içinde hayatlarını sürdürdükleri bu kasaba, şimdilerde can çekişen kuşlar gibi. Bir zamanlar durmadan göç alan bu şirin kasaba, son yıllarda durmadan göç veren bir mahiyete bürünmüş. Hatta kalanların dilinde “Memleketin her ilçesinde mutlaka buradan biri varmış.” ifadesiyle başka bir övünç kaynağına dönüşüvermiş. Tüm heybetiyle güne karşı gerinen en fazla iki katlı ve görenlerde hayranlık uyandıran o güzelim ahşap evlerin şimdilerde camları kırık, ahşapları eprimiş, solmuş. Yaşanmışlıklara artık ev sahipliği yapamamaktan hüzünlü, kaderine terk edilmiş olmaktan dertli. Unutmayanlar da olmuş. Ara sıra korku filmleri için hazırlanan setlere ev sahipliği yapmaktan memnun.
Eski model, mavi renkli belediye otobüsünden indim. Sabırsız adımlarla az ilerideki çıkmaz sokağa doğru ilerledim. Ata ocağının o heybetli, mavi kapısı tüm sıcaklığıyla karşıladı beni. Bembeyaz yüksek avlu duvarlarının dibinde çeşit çeşit çiçekler bir asker selamı edasıyla karşıladı beni. Hele her birinin birbirine karışan o güzelim kokuları… Hiç unutmamak üzere içime kadar çektiğim bu koku ve görüntünün iliklerime kadar işlediğini ve beni asla terk etmeyeceğini duyar gibiydim. Avlu kapısından içeri girip usul adımlarla eve doğru yürüdüm. Camekânın önünde oturuyor yine. Gözlüğü burnuna düşmüş, ağzı hafif aralı, elinde parlak kumaşa benzer parçalar ve elinden hiç düşürmediği iğne, iplik… Gelişimi fark edip gözlüğünün üstünden baktı önce. Kısa bir duraksamanın ardından ağız uçlarında beliren o hafif kıvrım kulaklarına kadar yayılıverdi. Sarmaş dolaş olduk. Öylece kaldık bir müddet. Her ikimizin de eli ayağına dolaştı. İliklerimize işledi kavuşmanın verdiği bu ansızın gelen mutluluk. Aç mıyım, ne yemek isterim, ne zaman geldim… Soruların ardı arkası kesilmedi.
Mutfağa girdik beraber. Ağaçtan yapılmış raflarda yine özenle dizilmiş bardaklar, kupalar, fincanlar… Duvardaki ağaç raflarda kalaylanmış bakır çanaklar, çömlekler, ibrikler… Kapının tam karşısında da bir yer ocağı… İçi badanayla boyanmış, kenarında da kara dığanlar sıralanmış. Ocağın tam ortasında da sac ayağı. Ortada uzanan el emeği göz nuru kilimiyle burası mutfaktan çok küçük bir müzeyi andırıyor esasında. Geçmişten gelip tüm heybetiyle varlığını sürdüren bu eşyalar, araçlar, gereçler aslında onlara yüklediğimiz anlamlardan ibaretti. Tıpkı insanlara yüklediğimiz anlamlar gibi…
Köşede bir çuvalın üzerinde bir kucak dolusu yığılmış taze otlar duruyordu. Yağmurların ardından topraktan fışkırırcasına çıkan bu otlar da bir başka bilmece. Anneannem çoğunu çözmüş bu bilmecenin. Hangi ot neye iyi gelir, biliyor ve bir mucit gibi anlatıyor cümlelerini art arda sıralarken. Bu cömert coğrafyanın insanlarına en güzel armağanı bence her derde deva olan bu otlar. Gazyak, kuş yüreği, gapçık, dalan, sirken, kuzukulağı ve adını bilmediğim daha pek çok ot anneannemin hafızasında bir eczacının ilaçlara olan hâkimiyeti kadar yer tutuyor. Adını duyunca beni güldürenlere ne demeli? Öküz doyuran, tekesakalı, bıttık, tavuk tırnağı, keçimemesi… Benzetme sanatının insanların otlara ad bulma meramında imdada yetiştiğini söylemek mümkün. Tazesinden kurutulmuşuna kadar her şekilde tüketilmeye hazır olan bu ev, benim nezdimde hep sihirli bir ev.
Pencere pervazındaki sıra sıra dizilmiş içi kırmızı, pembe gül yapraklarıyla doldurulmuş kavanozlar… Bence dünyanın en güzel içeceği gül suyu şerbeti. Rengiyle, kokusuyla hem göze hem de damak tadına hitap eden çok leziz, el yapımı gül suyu şerbeti. İçenlerin yüreğini ferahlatan bu içeceğin bence sakinleştirici bir etkisi de vardı. Kederini, şikâyetini, meramını paylaşmaya gelen mahallenin nadide kadınları bu güzel şerbetin verdiği hazzı alınca önce bir sakinleşiyorlardı bence. Sonra her birinde terapiden çıkmış etkisi yaratan o capcanlı sohbetler alıp başını giderdi. Küçükken sıkılırdım onlara keyif veren ve bana çok uzun gelen bu sohbetlerden. Tebessümle etrafa bakıyorum. Badem ağaçları gelin olmuş bile. Esen hafif rüzgâr beyaz yaprakları savurarak bir masala çeviriyordu günü. Camekânın önünde oturup bakır cezvede pişen kahvelerimizi keyifle içtik. Bu anın verdiği hazzı doyasıya yaşadım, istemeyerek de olsa bir daha yaşayamama ihtimalimin olduğunu düşünerek. Bir buruk gülümseyiş geldi oturdu yüzüme. Neyse ki anneannem fark etmedi bu buruk gülümseyişi. Dertli dertli dedemi çekiştiriyor muzipçe o ara. “Dedeniz beni üzmese sandıktaki basma gibi duracaktım.” diyor yöresel ağızla. Sitemini böyle güzel ifade edişine hayran kalıyorum kıkırdayarak.
Yüksek tahta divanda sohbetimize devam ederken kırk yamadan yaptığı divan örtüsüne ilişiyor gözüm, sırtımızı yasladığımız minderlerdeki kanaviçelere, duvarlarda iple işlenmiş tablolara… Buram buram emek kokuyor bu ev. Tam köşede de tüm heybetiyle haklı gururla oturan dikiş makinesi… Bu evde dikiş sonrası ortaya çıkan kumaş atıkları yabana gitmez. Kumaş parçaları bir araya getirilir, itinayla dikilir; soyut bir resim tablosu gibi yatakları, minderleri süsler. Çaput kilimi olur, yollarına serilir insanın.
Sehpanın üzerine yığılmış renk renk naylon poşetler dikkatimi çekiyor az sonra. Sarı, beyaz, pembe, yeşil… Hepsi özenle biriktirilmiş belli. Bunları ne yapacağını sordum. Paspas yapacağım, dedi. Yüzümdeki şaşkınlığı gizleyemeyerek “Nasıl?” diyebildim hayretle. Tüm merakımla ne yaptığını izlemeye başladım.
Beli bir “C” harfi gibi bükülmüş vaziyette yerinden kalktı; pembe poşeti eline aldı, damarları çıkmış emektar elleriyle ütülenmiş gibi iyice düzeltti, sap kısımlarını kesti, rulo yaptı ve birer santim aralıklarla bu küçük ruloyu bir pasta dilimi keser gibi kesti. Her biri bir santim eninde şeritler elde etti. Bu şeritleri birbirine bağladı. Pembe poşet bitti, mavi poşeti de aynı şekilde şerit haline getirip birbirine ekledi. Rengârenk bu şeritlerden birbirine ekli bir yumak elde etti. Ve onları şişle başladı örmeye. Ortasındaki iki santim çapındaki yuvarlak göbeği tığ yardımıyla iple ördü. Ve göbeğe eklemeye başladı naylon şeritleri şişle örerek. Üç gün sonra kapının girişinde kocaman, yuvarlak, rengârenk bir paspas olarak karşıladı beni bu işe yaramaz sandığım naylon poşetler. Şairin hakkı vardı; hayatın bir rengi, bir ritmi, bir ahengi vardı. Görebilene, duyabilene, hissedebilene…
Aradan epey yıl geçti. Ben okulumu çoktan bitirmiş; gören, duyan ve hisseden bu ellerde büyümüş olan ben, artık başka illere büyümeye gider olmuştum. Eski günler bende hiç eskimedi. Sıcak bir yaz günü anneannemin evindeydim. Dikiş makinesi bir köşede görevini tamamlamış, renk renk kumaşlar biçen o kara makas bir başka hünerli eli beklemeye koyulmuş, iğne iplik kutusunun üzeri tozlanmış… Yıllara meydan okumuş o kırk yamalı örtü, sarıp sarmalamıştı anneannemi sonsuzluğa giden yolda. Yüzünden eksik etmediği tebessümüyle güllerle süslü fonda mesut insanlar fotoğrafhanesindeki yerini almıştı.
Çok sonra anladım. Anneannem; emektar makinesinde nakış nakış işlemiş benliğimi, tığıyla örmüş çocuk yüreğimi. Üzüntülerimi, hayal kırıklıklarımı yama yapıp ömrüme kazandırmayı, ziyan etmemenin güzelliğini fark ederek yaşama sıkı sıkı tutunmayı öğretmiş.