MEHMET ALİ GÜNER/ADANALI BİR DELİ

ADANALI BIR DELİ

Sallanarak yürüdüğüm Dilberler Sekisi’nin kaldırımında durdum, eğilip patilerini yalayan mavi kedinin başını okşadım. Rengi en az iki ton kararmış paltomun cebinden çıkardığım simitten bir parça koparıp önüne attım. Mavi kedi çok açtı. Önüne bıraktığım lokmayı bir çırpıda yuttu; sonra miyavlayarak suratıma baktı. Kalan simidi de önüne doğrayıp parlak mavi tüylerini okşamaya başladım. Sokaktan geçenlerin alaycı bakışları üzerimdeydi. Çünkü ortada bir kedi filan yoktu.

Tıpatıp aynı çantalarını kollarına asmış yan yana yürüyen tombul iki kadından daha az tombul olanı beni görünce ötekini dürttü. Halime üzüldüğünü yüzünden anlayabiliyordum. Diğer kadın tam da yanımdan geçerken; “Aman, bırak şu deliyi; bit mit geçer!” dedi sesli sesli. Sesindeki alaycılık merhametli olan kadını üzmüştü. İşte aynı gibi görünen iki farklı insan, iki farklı kadın. İyi insan ve kötü insan…

Kötü insan, çömeldiği yerde kendi kendine konuşan hırpani bir adam görüyordu yalnızca. Leş gibi kıyafetlerinin içinde yarım akıllı bir deli görüyordu. Deli evet, adım bu benim: Deli.

Bana deli derler; çünkü ben kimsenin görmediği mavi kediyi görürüm. Ben, gözlerimi sonuna kadar açınca sokakları ışıl ışıl yapan vitrinlerdeki cansız mankenleri gülümserken görürüm. Ben, güneş birinin yüzüne vurunca mutlu maskesinin ardına sığınan benden daha deli insanlar görürüm. Ben, iyi insanı ve kötü insanı görürüm. Bu yüzden benim adım “Deli”dir.

Kadınlar uzaklaşıp giderken bir anne ile küçük kızı el ele tutuşmuş bana doğru yaklaşıyorlardı. Annesi görmezden gelmiş olsa da çocuk bana baktı. Bana bir çocuk gibi baktı. Beş altı yaşlarındaydı. Bilemedim, yedi yaşlarındaydı.  Sarı saçları bir buğday tarlası kadar bakılasıydı. Göz göze geldik. Zümrüt yeşili gözlerinde bir çocuğun bütün hayalleri saklıydı. Ve bir çocuğun bütün masumiyeti… Bakışları kaldırıma ufaladığım simitlere kaydı. Küçük ağzı bir yay gibi genişledi ve kocaman bir gülümseye dönüştü. Sonra annesini çekiştirdi:

-Anne! bak! mavi kedi!

Minicik parmağıyla havada asılı duran elimi işaret ediyordu. Annesi çocuğun gösterdiği yere yani olmayan mavi kediye doğru baktı. Yüzünün aldığı şekil her şeyi anlatıyordu. Gösterişli paltosunun içindeki bu bakımlı kadının gördüğü şey yalnızca saçı sakalı birbirine karışmış pislik içinde bir adamdı. Yani bir deli. Gösterişli kadın, kızının kolundan çekiştirerek hiçbir şey söylemeden yürümeye devam etti. Üstüne sinen şekerli parfümün kokusun alabiliyordum. Üstüne sinen parfüm kokusu mavi kedinin midesini bulandırdı. Minik çocuk annesi tarafından sürüklenirken dönüp bana bir kez daha baktı. Bana bir çocuk gibi baktı. Evet, bir çocuk gibi gülüyordu. Göz kırptım. O da bana şapşal bir göz kırpmayla karşılık verdi; sonra yürüyüp uzaklaştılar.

Mavi kedi gerinip güneşin ısıttığı kaldırıma uzandı. Gitme vakti, dedim içimden. Bu dünyaya benimle beraber sıkışıp kalan ipek tüylü mavi kediye veda edip ayağa kalktım. Ve günün en güzel saatleriydi. Akşam güneşi, ölü birer dev gibi yan yana sıralanmış beton binaların arasından süzülerek güvercinlerin kanatlarını ısıtırken paçavraya dönmüş paltomun eteklerini sürüyerek yeniden yürümeye başladım.

Dilberler Sekisi’ni boydan boya yürüdüm, eflatun kargayı aramak için.