https://www.shopier.com/32447332
(Yazarın kitaplarına bu linkten ulaşabilirsiniz)
SANATSIZLIĞIN TARİHİ
“İlim ve sanat iltifat görmediği yerden hicret eder.”
İbni Sina
Türk operasından bahsedebilir misiniz bana ya da Türk resim sanatından? Heykel, tiyatro, müzik, edebiyat gibi sanatlara katkımız nedir tarih boyunca? Elbette numunelik birkaç isimden söz edilecektir; ancak birkaç isim bir toplumun sanat tarihini kotarmaya yetmez. Ya da tüm dünyada sanat deyince akla gelen heykel sanatının yerine mezar taşlarını, resim sanatı yerine “hat” adı verilen yazı süsleme zanaatını, tiyatro yerine ortaoyununu öne süreceklerdir. Oysa bunlar sanat olmaktan ziyade tam tersine sanatsız kalışımızın ispatıdır. İlk Çağ uygarlıklarından kalan amfitiyatrolar üzerinde bin yıldır keçi otlatan bir toplum düşünün ki kendini farklı nedenlerle sanatın tam karşısına oturtsun ve sanatın gelişmemesi için çeşitli yasaklar koysun! Ben bunu; “ortadoğululuk” ya da “ortadoğu kültürü” diye adlandırıyorum. Öncelikle saptamalarımıza; sanatsız kalışımızın nedenlerini toplumsal gelişmemişlik ya da cehaletle açıklamaya çalışan görüşün tam aksine bilinçli bir tercih sonucu sanatsız kaldığımızı itiraf etmekle başlamalıyız.
İhtiyaçlar, kişinin düşünüş ve yaşam biçimini belirler. Çadırda ya da kerpiç (çamur) bir evde yaşayan insan ile taştan yapılmış bir evde yaşayan insan arasında çeşitli farklar vardır. Oysa ikisi de insandır. Fakat ihtiyaçları farklıdır. İhtiyaçlar zevkleri ve algıları da belirler. Önemli olan değişimin insan lehine ilerlemesini sağlamaktır. Aynı imkânlar dâhilinde bir toplum inatla gelişmeyi ve ilerlemeyi sağlayamıyorsa burada farklı etkenlerin olduğu şüphesizdir. Yer sofrasında yemek yemeyi kültürümüz olarak addeden insanlar masada yemek yemenin sakıncasını açıklamaları gerekmektedir. Kültürsüzlükten ve geri kalmışlıktan ileri gelen adetleri sürdürmek öz kültürümüze sahip çıkmak anlamına gelmez. Anadolu’ya baktığınızda Rum ve Ermenilerden kalan taş yapıları görürsünüz; oysa Türklerden kalanlar kerpiç veya derme çatma yapılardır ki çoğunluğu toprağına kavuşmuştur. Yerlerini yine zevksiz ve mimari anlayıştan yoksun beton binalara bırakmıştır. Yine mübadeleden önce İzmir’de ya da İstanbul’da Rum tiyatrosundan bahsedebilirsiniz. Tıpkı Osmanlı için çok sözü edilen matbaanın geç gelişi gibi bir konudur bu. Çünkü çok erken devirlerde Rumlar, Ermeniler, Macarlar ve diğer Balkan halkları matbaayı kullanıyordu. Garip olan devletin ve Türklerin kullanmayışıdır. Burada etkili olan farklı fikirlerin yayılmasını engelleme çabasıdır. Yine 1666 yılında “Fransız Bilimler Akademisi” kurulurken Osmanlı böyle bir ihtiyaç duymamıştır. Yani görmedikleri, bilmedikleri bir şey yoktu fakat yenilikleri kendi bünyelerine almaktan çekindiler. Şöyle ki aynı topraklarda yaşayan ve aynı imkâna sahip insanlar farklı yaşam ve düşünüş biçimlerine sahip olmuşlar.
Bir toplumun zevklerini, düşünce ve algılarını geliştiren nedir diye sorulsa herhalde ilk önce sanat akla gelir. Estetik zevkten yoksun bir toplum ince düşünceden de yoksundur. Taş ev ile kerpiç evin ya da masada yemek ile yerde yemenin farkı burada ortaya çıkar. Kültür ve sanat şüphesiz bulaşıcıdır ve tüm toplumu kuşatır. Buna rağmen sanatı yasaklayan Ortadoğu zihniyetine burada değinmemiz gerekiyor. Bin yıldır Ortadoğu anlayışı ile milletimizi şekillendirmeye çalışan ve doğru olanın bu olduğu noktasında ısrarla ve hatta şiddetle direnen insanların farkında olmaları gereken bizim bir tiyatro, heykel ve resim geleneğimizin olmamasıdır. Yani bilinçli bir şekilde bu toplum tiyatrodan, heykelden, resimden uzak tutulmuştur. Geriye kalan mimari, edebiyat ve müzik gibi sanatlarda da çok ileri olduğumuz söylenemez. Sanat bir bütündür ve birbirleriyle derin bağları vardır. Birinde geri kalmak diğer sanatların da gelişememesi anlamına gelir. Heykel ve resim sanatından yoksun bir toplumun mimaride gelişmesini bekleyemezsiniz. Tiyatronun olmadığı bir yerde müzik ve edebiyat da eksik kalmış demektir.
Tarihsel süreçte İslam ile birlikte yayılan Arap kültürü Batı’nın karşısına her anlamda bir rakip olarak çıktı. Dinsel anlamda Hristiyanlık ve Yahudiliğe olan karşıtlık ve yayılmacı anlayış kültür hayatında da kendini gösterdi. Özgün yaşam biçimini yaratmaya çalışan Müslümanlar, özellikle Hristiyan (kâfir) kültürüne karşı mücadele verdiler. Bu da çeşitli sahalarda çatışmayı beraberinde getirdi. Hristiyanlara benzememek adına pek çok yeniliğe de arkasını dönen Müslümanlar, sanatın da Batı kaynaklı olduğu kanısıyla ya da onlarla özdeşleştiren (kâfirlere özgü) bir düşünceyle hareket ettiler. Sanattan kastım heykel, resim, tiyatro gibi sanatları Batı kültürü olarak gördüler ve hepsine karşı çıktılar. Genel anlamda Ortadoğu’ya has bu tutum bizi de yakından ilgilendirmektedir; çünkü tercihen İslam toplumu içinde yer alan Türkler, temelinde Arap gelenek ve zihniyetinin yattığı bu kültür dairesi içinde yaşadılar. Günümüze değin bu zihniyetin yansımalarını görmekteyiz. Bugün dahi heykele put gözüyle bakan, resim yapmanın ve müziğin haram olduğunu düşünen ve dile getiren hayli geniş bir kitle hem ülkemizde hem de Ortadoğu’da varlığını sürdürmektedir. Bu bağnaz ve gelişime karşı zihniyetin içinde yer almak Türk ulusu açısından en büyük tarihsel hatadır. Tarih ise anlatıldığı gibi değildir. Sanat ve kültür insanlığın ortak ürünüdür. Bir dinin ya da milletin tekelinde değildir. Batılıların en büyük marifeti insanlığın ortak birikimine kendilerini eklemlemeleri ve kendi sanatlarını yaratmalarıdır. Tiyatro, İngiltere veya Fransa’da doğmamıştır. Tam tersine yaşadığımız topraklar, modern tiyatronun doğduğu ve geliştiği yerdir. Uygarlık tarihine eşit heykel sanatı, toprağı kazdıkça karşımıza çıkar hem de binlerce yıl öncesinden. İnsanlık tarihi açısından bakıldığında büyük bir hazinenin üstünde oturmamıza rağmen sanatı başka coğrafyalarda aramak ancak körelmiş bir zihniyetin yapacağı iştir. Kıymet verilmeyen heykeller mermer fiyatına satılmıştır. Bugün Anadolu’nun tarihi sanat eserleri Avrupa müzelerinde sergilenmektedir. Sanatı reddeden bu anlayış geçmiş uygarlıkların birikimini görmezden gelmekle kalmamış toplumun sanatla buluşmasını da engellemiştir. Oysa sanat evrenseldir. Bakış açımız; “Resim, heykel, tiyatro sanattır ve sanat evrenseldir.” şeklinde olmalıdır. Yani sanat tüm insanlar içindir. Ortadoğu zihniyetine sahip kişiler sanatın çeşitli dallarıyla ilgilenen ve hayranlık duyan insanları aforoz etmekte ve Batılı olarak yaftalamaktadır. Opera, heykel ve resim sanatına hayranlık duymak Batılı olmak anlamına gelmez. Yakın tarihimizde, Tanzimat Dönemi’nden beri bu ikilem devam etmektedir. Türk ulusunun amacı medeniyet değiştirmek değil evrensel sanatı kendi bünyesine katmak ve uygar uluslar arasında yerini almaktır.
Sanatın dinlerin dogmalarıyla çelişip çelişmediğine dair bir söz söylemeyeceğim ama sanata karşı çıkmak insan olmaya karşı çıkmakla özdeştir. İnsan zihninin, düşüncesinin, hayallerinin ve duygusunun dışavurumu olan sanattan yoksun kalmak insani ve toplumsal anlamda çöküş anlamına gelir. Geçen yüzyıllara baktığınızda sizin müziğiniz dinlenmiyorsa, resim ve heykelleriniz sergilenmiyorsa, romanlarınız ya da hikâyeleriniz okunmuyorsa, tiyatrolarınız sahnelenmiyorsa sanat sahasında yoksunuz demektir. Bu da yok olmanın en büyüğüdür. Çünkü sanat kalıcıdır. Olmayan sanatınızla düşünce ve dimağlarda yer edinemezsiniz. Sizden insanlığa bir söz, bir anı yadigâr kalmayacaksa insanlık tarihinde de yer alamazsınız.
Atatürk’ün devrimleri bu ulusu sanattan yoksun bırakan Ortadoğu zihniyetini yıkarak yerine bilim ve sanatın evrensel anlayışı içerisinde yer alan, uygar bir millet yaratmak üzerinedir. Sanata engel olmaya çalışanlar aynı nedenlerle Atatürk’e de karşı çıkmaktadır. Aralık sayısı ile birinci yılını dolduran Çığ Dergisi, Atatürk’ün gösterdiği hedef doğrultusunda, evrensel sanatın ilkeleri çerçevesinde sanatçıları bir araya getirerek yoluna devam etmektedir.