FATMANUR CANER/PATLICANIN FAYDALARI

PATLICANIN FAYDALARI

Balıkesir, hayatımın dört senesini geçirdiğim, acı tatlı hatıralarının bende bıraktığı duygusal tortularını biriktirdiğim, yer aldığı Ege ve Marmara bölgelerinin ılıman iklimi ve verimli topraklarının kendisine sunduğu nimetlerle dolu, nispeten küçük bir şehir. Gerek merkezdeki sakin yaşamı gerekse ilçelerinin ülkenin en belli başlı tatil yöreleri olması açısından albenisi yüksek… Özellikle buraya tayinle gelmiş memurların emekli olunca terk etmek istemediği, kasabalarının birinde tek katlı ev, küçük bir bahçe hayali için davetkar bir şehir…  Benim için ise çalıştığım Tarım İl Müdürlüğü’ne evden yürüyerek gidebildiğim, çarşı içindeki dar sokaklarında sağa sola hafif çarparak araba kullandığım halde hiç kimse tarafından linçlenmediğim, barışsever tavırlı hemşehrilerimin bol olduğu bir yer. Bir kentte dört yıl kalınca doğrudan hemşehri oluyorsun. Şehrin altın anahtarı sana emanet yani.

 Şoförlük maceralarıma bir parça değinmek gerekirse durum aynen şöyle. Beynimin gezen tavuk gibi amaçsız turlamasından olsa gerek mesafe ayarını iyi yapamadığımdan sağa sola hafif çarparak yol alıyorum. Aniden ‘’taakkk’’ diye bir ses duyduğum anda arabadan yavaşça iniyorum. Eğer dokunduğum  arabanın şoförü erkekse ( Şimdi aklıma geldi bak, ben hiç hemcinslerimin arabasına zarar vermemişim) koşarak bana doğru geliyor. ‘’ Yenge sende bir şey yok ya’’ diyor. Neredeyse iyi ki çarptın bana dercesine, sanki teşekkür eden bir ruh hali içinde. Ben suratıma olgun bir tavır kondurarak sağ elimi kalbimin üstüne bastırıyorum popülist bir politikacı tavrıyla. Gözkapaklarımı da  kısa süre kapalı tutarak bilge tavrımı kuvvetlendiriyorum. ‘’Sakin, ben iyiyim; sizde de bir durum yok inşallah’’ diyorum. Cevap, genelde halkımın kaderci kültürünün bir ifadesi olsa gerek şöyle: ‘’ Yenge, cana gelmesin mala gelsin, her şerde bir hayır vardır!’’ Ya da böyle demiyor da ben biraz uydurdum bu kısmı(!?)

Bir keresinde de çevre yolunda kırk kilometre hızla sol şeritte gidiyorum. Şerit değiştirmeyi beceremediğimden bütün trafik birbirine girmiş, sol şeritte hız yapmak isteyenler arkamda konvoy oluşturmuş, çılgınca korna basan basana. Ben kusurlu olduğumdan sadece önüme bakıyorum. Hani, yüz yüze gelirsem çevre yolunda şerit değiştirmeyi bilmediğim ortaya çıkmasın diye. Bir ara yana baktım, bakmaz olaydım! Sanırım çaresizlikten sağ şeride kendini atmış bir aile arabası. Çoluk-çocuk- hanım içinde. Baba olduğunu düşündüğüm erkek bana kibar bir tavırla el işareti şeklinde orta parmağını kullandığı bir hareket çekiyor. Görmezliğe geldim. Ne yapsaydım? Diyeceğim o ki şehirde üç yıl boyunca barışı zedeleyici bir tek bu anım var.

 Bu bahiste savcı beyi anmadan olmaz. Şehrin savcıları bile barışsever. O zamanlar memur sendikaları şimdiki gibi konu mankeni değildi. Sendikal faaliyetlerimizden olan grev yapma hakkımızı elde etmek için bir günlük iş bırakmıştık. Gerçi dairede pek iş yoktu ama… Sloganımızın adı bile ürkütücü. ‘’ İşçi memur el ele genel greve.’’ Vallahi, bu sloganı duyan patron korkudan altına eder yeminle. Kendimizi doğrudan savcının önünde bulduk. Koskoca savcı ifademizi alırken gülüyordu. İnsanın gururuna dokunuyor. Hayır, niye gülüyorsun yani (!?) Sizi buraya kadar yorduk arkadaşlar diyerek her birimizden özür diledi. Halbuki iki gün gözaltı falan uygulansaydı; ne bileyim havamız, bir hikayemiz olurdu. ‘’Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’’ni imzalayıp bu kanunları iç hukuktan daha üst kabul eden babam mıydı (!?). Bizim buna safça kanarak eyleme falan cüret etmemiz de memur kafamızın yıllarca dumura uğratılmış olmasıyla açıklanabilir. Sonuçta tafsilatlı bir siyasi savunma bile yapamadık.

Yıl 2003 ya da 2004. Ne fark eder demeyin; çünkü o yıl yirmi yıllık memurluk hikayemin sonuna gelmiştim. Emekli oluyordum. Tam olarak hangi yıl emekli olduğunu unutur mu insan(!?) Ben unuttum. Zaten laf aramızda çalıştığım yılları da şimdi unuttum. Unutmak deyince patlıcan kel alaka denilmesin, her bahsin bir sırası var.

Emeklilik dilekçemi verdim bakanlığa. Kendimi öyle sabah geç kalkılan günlerin hayaliyle şartlamışım ki bakanlıktan cevaben gelen yazıda yirmi altı gün eksiğim olduğu söylenince bir ara şerefimle harakiri yapmayı bile düşündüm. Bakanlığın yazı işleri kısmı da çok adaletliymiş doğrusu. Ciddi olarak ben yirmi altı gün daha nasıl dayanırım bu zulme diye depresyona girdim. Şimdi, arkalarından kötü söz etmek istemem, iş yerinde sistemli işkence yoktu. Fakat ara sıra işkence vardı desem o da abartı olmaz. Sonuçta emekli olmak istiyorum, yasak mı kardeşim(!?) Hakkımı istiyorum! O zamanlar mezarda emeklilik yasası çıkmamıştı henüz. Daha gençken hayatımın geri kalan kısmını resmiyetten uzak yaşamaktı dileğim. Hala hayatta olduğuma göre projem şimdilik geçerli. Hatta o kadar genç gösteriyordum ki çarşıda yaşlı bir teyze emekli olduğumu duyunca; ‘’ Bu memleket sizin yüzünüzden battı. ‘’ dedi. Hiç üstüme alınmadım. Bana ne! Ben mi batırdım bütçe denkliğini?

Benim çok üzüldüğümü gören yakınlarım; aman gözünü seveyim bu da dert mi, alırız sana bir aylık  rapor, mis gibi emekli olursun, deyince ferahladım. Torpile karşı olduğumu herkes bilir(!) ama gel de bu raporu alma şimdi. Yalnız bir sorun var! Nedir abi bu sorun? Bir gece Devlet Hastanesi’ne yatış yapman gerek dediler. Yirmi günden az ise rapor süresi hastane yatışı yok. Bir doktorun tek imzası ile işini hallediyorsun. İnsanı altı gün için hileye teşvik ediyorlar.  Şimdi, maşallah göz açtırmıyor(!) devlet. İçimiz rahat o bakımlardan. Ben bu kadar detaylı işlediğim suçu anlatırken içime bir kurt düştü. Benim oğlan avukat. ‘’ Çocuğum, bu itiraflarım karşısında beni hapse tıkarlar mı?’’ diye sordum. ‘’ Yok ya anne, sana her şey serbest. Müruruzaman uğradın sen. Eğer gençken işlediğin başka suçların da varsa itiraf et, kurtul!’’ dedi.

Hastane işi beni biraz gerdi doğrusu. Çok dürüst bir memur olduğum için yattığım gece herhangi bir doktor başıma dikilip beni kovar diye çekiniyorum. Biraz da saflık işte! Çantamı hazırladım; içine saten pijamamı, yastık kılıfımı, gözlüğümü, terliğimi koydum. Devlet Hastanesi’nin içini biliyorum; ama yatar hastaların bulunduğu servislere önceden hiç gitmedim. Benim raporu ayarlayan ikinci derecede suçlu arkadaşım elimden tutup yatacağım yatağa kadar beni götürerek;‘’ Haydi, Allah’a emanet!’’ dedi.

O senelerde devlet hastaneleri şimdiki gibi beş yıldızlı otel formatında değildi. Adına koğuş düzeni denilen, içinde azami altı-yedi hastanın sandalyede oturan refakatçıları ile birlikte konuşlandığı, zemini beton, yer yer duvarların boyası dökülmüş haldeki hasta odaları vardı. Tuvalet her odada yoktu. Televizyon ve buzdolabı zaten hiçbir yerde yoktu. Son senelerde ülkemiz insanının hayat konforu oldukça arttı. Borç yiğidin kamçısı. Torunlarımızın bile ödemekle bitiremeyeceği borçlar birikti. (Neyse ki ben o zamana kadar yaşamam. Her koyun kendi bacağından asılır diye atasözü var bu memlekette.)

Koğuşa suçlu bir edayla başım yerde girdim. Hiç kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyorum. Sonradan hakkımda bir şikâyet olur da bu insanları şahit falan yazarlarsa akıllarında pek kalmayayım diye. Tuvalete gidip saten pijamalarımı giydim. Yatağa süzüldüm sessizce. Genel bir sessizlik oldu ortamda. Tahminim beni inceliyorlar. Kitabımı okur gibi yaparken çaktırmadan etrafı kolaçan ediyorum. Odada genel bir yemek kokusu sorunu var. Pencere pervazlarında bol miktarda, naylon torbalarda muhtelif yemekler ağzı açık duruyor. Hastalara da yedirmeselerdi bari.

Tam sayamadım ama hasta yatakları altı gibi. Her hasta kadının yanı başında plastik sandalyelerde oturan refakatçi teyzeler var. Nerede şimdiki gibi gündüz koltuk gece yatak olan refakatçi koltukları. Teyzemler ve hastaları köyde yaşıyorlar besbelli. Kıyafet olarak şalvar ve uzun, beli lastikli pazen etekler tercih etmişler. Hastalar tahminim muhtelif rahatsızlıklara sahip. Karıştır-barıştır politikası icabı karışık yatırılmışlar koğuşlara. Çünkü iki kadın hasta doğum sancısı çekiyor. Diğerleri sararmış yüzleriyle sanırım safra kesesinden mağdur. Doğum sancısı çeken genç gelin sancı vurdukça; ‘’Anaaammmm’’ diye bağırıyor. Teyzeler hep birlikte; ‘’ Anam deme, günah! Allah de!’’ diyorlar. Tecrübe etmişler demek ki bir bildikleri var.

 Odada böyle hadiseler ola dursun; söylemesi ayıptır, akşam yemeği vaktini kaçırdığım için bana da  bir açlık çöktü mü! Acaba kokuları odaya dağılmış yemeklerden verirler mi ki?

Beklenen son gerçekleşti. Teyzemlerden biri elinde bir tabak içinde börek ile yanaştı. Bu kadar ilgisizlik maskesi yeter gari. ‘’Gızım, börek yen mi?’’ dedi. Böreklere yumuldum. Bir de lezzetli ki sorma. Bu saatten sonra iki taraf da rahatladı. Ben de bıraktım sosyete durumlarını, rahatladım. Bu aşamadan sonra evli veya bekar olmam, memleketim, hangi mahallede oturduğum öğrenildi. Üç-beş derken etrafım sarıldı. Millete de eğlence çıktı. Senin ne hastalığın var gızım, deyince bende şafak attı.

Her şeyi düşündüm de bu soruya verilecek cevabı hazırlamamışım bak. B planı olmayan memure hanım  ne dese beğenirsiniz?

 ‘’ Basurdan ameliyat olacağım teyzem!‘’

Hay, dilimi eşek arısı soksun! Teyzemler acıdılar bana. Kendileri Mısır, Doğu-,Çin Allah ne verdiyse artık bütün alternatif tıp bilgilerini haiz olduklarından beni aydınlattılar.

‘’ Baldıcanı al, ateşte bir güzel közle, sonra çömeş, gıçına dut, ama dam yapıştırma. Aman ha, dübürünü yakarsın! ‘’ dediler.

Patlıcanın ne kadar mübarek bir nimet olduğunu o an öğrendiğimden beri bir daha da yemek çeşidi olarak düşünemedim asla.