PERİHAN GÜLLEOĞLU ÖZGÜL/HASTA VAR DEYRUM!

HASTA VAR DEYRUM!

Bir gün önce yola çıkanlar, İzmir-İstanbul yolunu on altı saatte geçebilmiş, perişan olmuşlar. Bu haberi duyunca ertesi günkü kendi halimi düşünmek çok acıklıydı. Bir hafta tatil yetmez miydi, illaki dokuz günü tamamlamaya ne gerek vardı. Şansımıza korktuğumuz gibi olmadı, dönüş yolumuz açıktı, tahmin edilen vakitte geldik. Bizim perişanlığımız, yolculuğumuzun bitiminde, İstanbul’da otobüsten indiğimiz anda Ataşehir Terminali’nde başladı.

İstanbul, gelen her yeni yolcusunu, kalabalık bir kaosun içine almaya hazır, endişe ve karamsarlığın habercisi gibi sonu gelmeyen uğultusuyla aldırmaz bir kayıtsızlıkla bekliyordu. Sıcağın buğulandırdığı göğün altında, göz alabildiğine uzanan düzensiz binalarına, ruhunu kaybederken sürekli büyüyen bu şehre bakınca içime isteksizlikle birlikte bir korku gelip yerleşti. Burada şu olağandışı kalabalığın ortasında, durduğum yerde güvende hissetmiyordum kendimi. İnsanlar pürtelaş! Birisi kazara ya da bilerek çarpıp beni yere düşürebilir ya da çantamı kapabilir.  O yüzden etrafı dikkatle kolluyorum ve omzumdaki çantamı, elimle vücuduma yakın bastırarak tutuyorum.


Tepesindeki beyaz ışıklı lambanın iyi aydınlattığı, tenha kalabilmiş güvenli görünen bir köşeye tekerlekli valizimle birlikte tıngır tıngır geçtim. Her an her şey olabilir gibi gerginlik yüzüyor havada. Endişenin yerleştiği gözler yabancı bir göze takılmamaya çalışıyor. Aynı İstanbul sokakları gibi güvensiz diye aklımdan geçiyorum. İstanbul sokaklarının güvenliği denince koca metropol bu kadar karmakarışık bir şehir olmadan önce, gece vakti ıssız sokaklarda en korktuğumuz, karanlığın uzağında sallanan gölgesi ile hemen fark edilen sarhoş biri ile karşılaşmaktı. Onu da iter, hızla koşar geçebilirdik kendi aklımızca. Şimdi aynı sokaklar, kadınlar için olduğu kadar erkekler için bile tehlikeli hale geldi.


Bir hafta önce, yine buradan yola çıkanların yüzlerinde, yeniliğin getirdiği, sıradan günlerin tekdüzeliğinden kurtulmanın heyecanı, neşenin izleri vardı. Şimdi; ‘Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkânıdır.’ atasözünü doğrulamaktan pişman, hep birlikte bekliyoruz.

Telaş daha otobüsten inmeden başlamıştı. Ataşehir Terminali’ne girerken yolcular yarış edercesine eşyalarını toparlayıp dar olan orta alanda ayakta beklemeye başlamıştı; halbuki herkes inecekti. Aceleye ne gerek varsa… Otobüs, terminaldeki yerine tam olarak yerleşmeden açılmaz kapı, bilmiyorlar mı? Bu dokuz günlük tatillerin gidişi ayrı, dönüşü ayrı olaylı derlerdi, doğruymuş. Neyse, sağ salim gelmiştik işte, bundan sonrası bir servis işi!  Şoför kapıyı açar açmaz yolcular, teker teker, suskun döküldü basamaklardan ve otobüsün iki tarafındaki bagajın önünde, sabırsız salkımlar gibi birikiverdi. Sonunda herkes çantasını bavulunu buldu. Bekleyeni olanlar arabalarına, benim gibi servis kullanacaklar otobüs firmasının önündeki kalabalığa karıştı. Servisler aksamış, gecikmiş. Sabırla bekliyoruz; fakat onun da bir sınırı var. Hem de ayakta herkes! Servis daha da geciktikçe uğultulu bir huzursuzluk, bir kargaşa sardı ortalığı. Zaman geçtikçe değişik şehirlerden gelen yolcularla bekleşen kalabalık daha da çoğaldı. Tek bir istek var: Bir an önce buradan kurtulmak, akşam trafiği başlamadan evlerimize ulaşmak.


Tatilin anıları güzel kalmalı aklımda, kendime terapi uyguluyorum bu sebepten. Dünyanın en güzel şehrine geri döndük. Her yıl milyonlarca yabancı turistin görmek için geldiği yer burası. Tenimde güneşin parlak bronzluğu, saçlarımda tuzun tadı var hala. Güneşin ilk ışıklarıyla denize girdim, daha bu sabahtı. Ege’nin tuzlu suları hala benimle. Sanki haftalar öncesi gibi uzak fakat kesinlikle bu sabahtı. Saçımın bir buklesinin ucundan tuttum, başparmağım ve işaret parmağım arasında dudaklarımın arasında yavaşça emdim. Ege güneşinin tadı ile tuzunun tadı işte, dilimin ucundaydı.


Sonunda, “midibüs” denilen büyücek bir Kadıköy servisi geldi. Anında, yer bulma telaşıyla birlikte, serin ve heyecanlı bir mutluluk rüzgârının esintisi de geldi. Servis arıza yapmış, birine trafik el koymuş, servisleri birleştirmişler sonunda. Öyle diyor tecrübeli şirket çalışanları.
Sol tarafta, ikinci sırada yer buldum, hemen oturdum. Haydi, ver elini Kadıköy! Bir hafiflik var ki yer bulup oturanların yüzüne yayılan, oturduk ya bundan sonrası kolay. En son gelenleri, ayakta almak istemedi şoför; fakat ısrar karşısında kabullendi, ses etmedi.
Son anda binip ayakta gidecek olan gruptan bir kadın tuvalete gitmiş. “Gelecek var!” diye bağırıyor genç bir ses. Şoför bekleyemem diyor. Çalıştırdı motoru gidecek fakat yakınları kesin ısrarlı. Aracın içi sıcaktı, iyicene ısındı. Yolcular sabırsız, şoför burnundan soluyor. Bu kaçıncı servisi, akşam olmak üzere, çok yorgun!


-“Şoför Bey annemi bırakamayız, gelmek üzere.” diyor oğlu.

-“Bu kadar da bekletilmez ki ne bu böyle!”  diye homurdandı bir yolcu.

-Neredeyse geliyor.

-Otobüs dolusu insan sizi bekliyor.

-İşte geliyor.

-Koş be kadın, şuna bakın çayırda geziyor sanki!

-Nasıl konuşuyorsunuz siz öyle, saygısızlık bu!

-Seslenin de acele etsin! Geri döndü bakın bir şeyler alıyor büfeden.

Oğlu koştu elindeki paketi aldı, bir şeyler söyledi. Koluna girdi, hafiften çekip tuttu getirdi annesini. Şoförün tepesi atmış, kapattı kapıyı almak istemedi. Başka bir kişi daha var kapının önünde, dışarıdan kapıyı yumrukluyor. İçerden iki kişi; “Dur, dur! Kapıyı açın kapıyı, arkadaşım dışarıda, kapının önünde!” Yüzü renkten renge giren şoföre seslendi. Şoför iki tekerlek boyu gitti; durdu, açtı kapıyı.

-Siz de inin aşağıya, otobüs doldu zaten, arkadaşınızla sonraki servise binersiniz.

 Bu arada kapı açılır açılmaz dışarıdaki oğul; anında atladı basamakla kapı arasına, annesini çekti, takılmadan aldı içeri.

Geç gelen kadın söylenmeye başladı:

-Biz saatlerce bekledik sizi. Birkaç dakika da siz bekleyin ne var bunda! Ya trafik tıkansa

 ne olacak, altıma mı yapsaydım.

-“Bizim otobüs yeni geldi beyefendi, zamanımız mı vardı?” diyor öteki yolcu.

-“Hasta var deyrum!” arka sıradan zayıf bir ses.

-Hem suçlusunuz, hem hala söyleniyorsunuz, ayakta aldım sizi buna şükredin de susun artık!

 Beş tekerlek boyu daha gitti ağır ağır, biraz da yalpalıyor gibi.

-Ne demek suçluymuşuz, bu sizin göreviniz. Kimseye saygısızlık etmeye hakkınız yok!

-Hasta var deyrum!

-Hadi kesin de gidelim, sıkıldık artık!

Ortalık keman yayı gibi gergin!

-“Makyaj yapmış, rujunu yeni sürmüş belli, o yüzden geç kalmıştır.” fısıltılı bir ses.

-Allah Allah, birisi de ruj karıştırdı ortalığa! Sana ne, benim rujumdan! Kadın her yerde bakımlı olmalı!

-Koyun can derdinde, kasap et derdinde!

-“Hasta var deyrum!” varla yok arası, yorgun bir ses.

-Dili de bir karış maşallah, herkese yetişiyor! Şoförün de tepesini attıracak!

-Ne demek şoförün tepesi atacakmış, işini yapacak sabırlı olacak, kadıncağız beş dakika geç geldi diye kıyamet kopuyor yahu!

-Beyefendi huuu, arka çıkmanızı anladım da “zavallı kadın” neyin nesi oluyor? Kime zavallı diyorsun sen?

 Arkadan yorgun ses kadın mı, erkek mi belli değil.

-“Hasta var deyrum!” diye sesleniyor devamlı.

-Bu gidişle hepimiz hasta olacağız.

-Şoför Bey bir nefes al, Allah aşkına, konuşma da yola devam et!


Araba hareket etti, tekerlek döndü. Bir iki metre daha gittik fakat tuhaf! Sağa sola yalpalıyoruz. Şoför direksiyona abanmış; başını ileri doğru uzatmış, gözleri dümdüz asfalta sabitlenmiş. İki elinin kocaman parmaklarını hırsla yapıştırmış meşin kaplı direksiyon simidine. Bir sağa bir sola dönüyor. Kendini kaybetmesinden korkuyorum. Karaköy’de, Bankalar Caddesi’nde yıllar öncesinde aklı birazcık kaçkın bir adam vardı, o geldi aklıma o anda. Caddeyi bir baştan bir başa, elinde bir direksiyon simidi ile gün boyu gider dönerdi.


-“Hasta var deyrum!” Üzerine basa, basa “Hasta var deyrum!”

Ses tehditkâr olmaya başladı.

-Haber verelim, telefon edelim şirkete şoförü değiştirsinler.

İlk defa telaşlandım. Başka birisi:

 -Hey şoför Bey, durdur motoru biz iniyoruz.

-“Hasta var deyrum!” Yorgun cılız ses, inliyor arkada.

Herkes telaşlı, herkes kızgın ve korkuyor, havada bir kıvılcım olsa araba infilak edecek.

Sarışın kadın:

-Ne biçim araba kullanıyorsun!

Şoför simide daha da abandı, gözleri ileride sabit, daha çok yalpalattı aracı.

-Hemen ofise çek, hemen ofise çek, ofise çekkkkk!

-“Sen benim kim olduğumu biliyor musun” dedi şoför. İyice yalpaladık!

Arkadaki ses:

-Hasta var deyrum!

-Böyle insanları şoför yaparsanız, böyle olur işte!” dedi sarışın.

-Hasta var deyrum!

Yüz metre gitmemişizdir, araba adım adım rahvan yürüyor.

-Hasta var deyrum!

-Ofise çek, ofise çek diyorum.

-Yeter be kardeşim! İşimiz gücümüz var, evimize gideceğiz.

Otobüste herkes konuşmaya başladı, herkes bir şeyler söylüyor.

-Hasta var deyrum!

O anda tek isteğim, benim gibi herkesin de tek isteğiydi kesinlikle: Bu zıvanadan çıkmış arabayı sağ salim terk etmek. Bir an önce evlerimize ulaşmak.

-“Panik atağımı azdereysun!” Cılız sesin sahibi bu, biraz daha yüksekten,
çok daha güçlü: “Panik atağımı azdereysun, hasta var deyrum!”

-Ofise çekk, hemen şimdi!”

Daha çok, daha geniş yalpalıyoruz, yirmi metre kadar daha ilerledik. Şoför hiç durmadan bağırarak konuşuyor.

-Kime şikâyet edeceksen et!

-Şimdi, polisi arıyorum!

-Ara istediğin yeri, ara!

-“Panik atağımı azdereysun deyrum!” gırtlaktan çıkan canhıraş bir ses.


Bir anda arkadan, değişik ürkütücü hareket eden bir karaltının varlığıyla başımı çevirdiğimde üç sıra geriden, sağ cam kenarından bir feryatla birisi “Panik atağımı azdıreysun, panik atağımı azdıreysun deyrum!” diye haykıra haykıra, uçarak geliyor. Geniş alınlı, tek gözü bantlı ufak tefek karaltı, oturanların, ayaktakilerin üzerinden doğru şoförün üzerine uçtu. İri yarı kendisinin neredeyse iki katı şoförün boğazına sarıldı. Sıkıyor, sıkıyor, ileri geri sallayarak bağırıyor:

 -Hasta var deyrum, panik atağımı azdıraysun deyrum!


Şoför alı al moru mor sağa çekti, yolun sağ sınır çizgisinin üzerinde durdu, motoru kapattı. Sol yanındaki şoför kapısını, eli kolu sağa sola çarpa çarpa açtı. “Bizim kapıları da aç!” diye kaç kişi aynı anda bağırdık o inmeden. Ahtapot gibi üzerine yapışmış, gözü bantlı adamın ellerinden, kollarından boynunu kurtardı. Hırsla açtığı kapıya döndü, kendini dışarıya doğru savurdu; fakat kapıya sığamadı, kafasını tavana çarptı. Öfke fışkırdı her yerinden. Ne yapacağını şaşırmış, biraz daha şişmiş gibiydi. Geri çekildi, kapıdan zar zor geçirebildiği vücudunu apar topar boşluğa fırlattı. Neredeyse asfalta kapaklanacaktı. Yanımızdan vızır vızır arabalar geçiyordu. Hayatımız tehlikede olabilirdi. Birkaç kişi, acele eşyamızı bavulumuzu alıp indik araçtan. Buradan bir an önce kurtulmalıydık! Şansımıza bir taksi durdu. Kadıköy’e beş kişi doluştuk. Taksi hareket ederken arkama bakınca en son gördüğüm manzara; gözü bantlı, kısa boylu cılız ses, iri yarı şoförün yakasına yapışmış, bordo renkli kravatını çekiştiriyor, kafasına doğru zıplıyor, kafa atmaya çalışıyor, bağırıyor, boğazına saldırıyordu. Sonunda ne oldu, karakolda mı bitti, hastanede mi? Merak etmiyorum desem yalan olur.