HASAN ÇAPİK/NEYDİ ŞU ÖĞRETMENLİK?

NEYDİ ŞU ÖĞRETMENLİK?

           Bulabildiği bütün orta çağları toplayıp ‘yaşam’ şekline dönüştürmeye çalışan bu toplumun yaptıklarına akıl tutulması denir. Akıl tutulmasının sonucu da hasta toplumdur. Hastalığına yabancı toplum sürekli huzursuz, bencil ve mutsuz! Söylemesi can sıkıcı ama giderek içgüdüsel reflekslerle yok oluşunu hazırlıyor. İçinde mutsuzluk, şiddet ve yarınsızlık duygularının iyice kabardığı insanlar için yok oluş bir sorun değildir! Hatta arsız ve arabesk haz da verir. Her şeyi zihinlerindeki karanlığa bulamaya çalışırlar. Goethe “Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü şekilde harekete geçmesidir” demişti. Sanırım bu, cehennemimizi özetliyor. Bir bütün halinde kültürel çöküş ve travmasının şekillendirdiği insanla baş başayız. Bu insan tipini hazırlayan kökenlere baktığımızda karşımıza yobazlık ve faşizm çıkıyor; asla yüzleşmediğimiz! Elbette bunların patenti sermayeye aittir. Halkın hiç mi suçu yoktur? Bunlar ‘aydınlanma’ çerçevesinde irdelenmesi gereken sorunlardır.

 Aydınlanma mücadelemiz batı toplumlarındaki gibi katmanlı ve süreğen olmadığı için Kant’ın o dönemlere damgasını vuran “Aklını kullanmaya cesaret et!” sözünü göğsümüzü gere gere kullanamıyoruz. Doğu toplumlarının dokusu tarihsel olarak incelendiğinde akla karşı hep bir düşmanlık vardır. Söyleme bakmayın. Bundan olacak, uygarlığın temel dinamikleri akıl, bilim, sanat ve felsefe bir türlü anlaşılmadı. Bunların üstünü örtmek için de mesele dinsel çatışmalara indirgendi. Teknik donanımla farkın kapatılacağı zannedildi.  Avare kasnak gibi tarihte aynı şeyleri tekrarlamamız  buradan. Ne olursa olsun, mücadelesinden kopmayan şu devrimci gelenek, bir avuç yıldız olmasa, işin içine ironiyi de katarak tarihimizi ‘Aklını kullanmamaya imanlı toplum’ şeklinde özetlerdim. Günümüz çok mu iyi? Okullarımızdan akıl ve ürünleri kadar, onlara gözcülük yapan felsefe, sistematik şekilde kovuluyor ya da işlevsizleştiriliyor. Demokrasi, farklılıkların yaratacağı zenginlik, cinsiyet ve ırksal eşitlikler hak getire! Orta çağ, demiştim ya! İşte bütün bu ölü konular aslında orta çağ kalıntısı. Ama müşterisi varsa eski daima yenidir. Yazımın merkezi eğitim ve öğretmenlik mesleği olduğu için buralarda dolaşmama şaşırmayın. Meslek demişken… Serbest çağrışım aklıma getirdi: Bazı meslekler doğaları gereği hep aynı kalırlar. Örneğin bir bakırcı aynı şekilde kalaylar bakırı ve bin yıllar içinde çıkardığı işlerde küçük değişiklikler olur. İktidarların niteliği veya sermaye ilişkileri işinin özünü değil de kar ve zararını etkiler en fazla. Öğretmenlik böyle midir? Doğası gereği ‘aydınlanmacı’ öğretmenlik, sermaye ilişkileri içinde tamamen ters yüz olur. Ondan sermayenin kültürel dokularını aktaracak bilinç/insan yaratması beklenir. Halk ve emek eksenli yaşam dışlanır. Bu haldeki öğretmenlik sermayenin görünmez gardiyanıdır. Öyleyse aydınlanma nasıl gerçekleşecek? Öğretmen de bu durumda, yetiştireceği toplum kadar düşünmeyen, emeğinin gücünü kavramayan ve sanayi toplumuna özgü mantıkla salt ‘iş gören’ dir. Yabancılaşmış olan, yabancılaşmayı kıramaz! Bu, mevcut statükonun devamı için şarttır. Ama görüntüde aradığınız eğitim, şu bu… her şey vardır. Tam burjuva ikiyüzlülüğü! Bu görüntüye kananlar sistemi sorgulama gereksinimi duymuyor. Jean Baudrillard, herhalde bize ‘simülasyon ülkesi’ derdi. Her şeyin benzeri var. Bu benzeri gerçek algılayanların ve yöneticilerin cahil cesareti her şeye sinmiş durumda. Bu halde aydınlanma çakılmaz mı?

          Eğitimin içinden biri olarak konuşmam daha doğru olacak. Öyle uzun boylu açıklama veya veri sunmaya da gerek yok. Asıl işlevini unutup orta çağa çanak olmaya çalışan eğitim sisteminin yarattığı toplum, her alanda ve her anlamıyla karşımıza çıkarken istatistiki verilere gömülmenin gereği yok! Eğitim sistemi ve öğretmenler ne yazık ki edilgin bir debelenme içindedir. Öğretmenlik mesleği kendini yutma aşamasındadır. Bürokratik yapının kıskacına hapsedilmiş siyaset, dinsel baskıdan nefes alamaz haldedir. Özlük hakları, ekonomik ve statü olarak çöküşü yaşamaktadır. Bu durum mesleğine bakışı da edilgin kılıyor. Yeniliklere karşı olsa da olmasa da kendisini yenileyemiyor. Alanıyla ilgili hiçbir yayını takip etmiyor, okumuyor.

Ezberci eğitime ezberci şekilde karşı çıkanların ‘hiçbir şeye dokunmayan’ boş söylemleri de mesleğe zarar veriyor. Göremedikleri şey, sistem! Sistem aşılmadığında, yıpranmalarının hiçbir işe yaramayacağını görememeleri. Diyalektik bir algılamaları yok yani. Anlayamadığına karşı mücadele verebilir mi insan? Bunlar “Öğretmenlik kutsal meslektir” de derler. Dikkat et, senin gibi salla başını al maaşını, takke külah orta çağ öğretmenliği ek iş olarak yapan, donanımsız öğretmenler kastedilmiyor. Çocuklar tezgahından geçtiklerinde; mutsuz, asosyal, edilgin, bağnaz, faşist, düşünmeyen ve sorgulamayan insanlar olarak yaşam(sızlık)a katılıyorlar. Bunun için mi kutsalsın? Eğitimdeki ağırlığına göre davransaydın sistemde bir tuğla olmayacaktın! Kutsal değilsin ama hakkını verseydin çok değerli kalacaktın. Her mesleğin farklı ve değerli olduklarını başta senin söylemen gerekirdi. İlla ki kutsallık arıyorsan bu öğrenciliktir; esnektir, duyarlıdır, keşfetmeye ve öğrenmeye açık olduğu kadar insancıldır! Elbette sonuca bakarsak bunları göremeyiz. Öğrencilik üstten buz tutup altta kıvıl kıvıl balıkları yaşatan denizdir. Kaynağa indiğimizde bunu görürüz. Ulaşamadığımız her öğrencinin bilinci nasırlaşırken, yetenekleri çoraklaşıyor. Kendi içinde öğrenci olmayı unutan öğretmen, harakiri yapıyor. Balzac “Öğretmenlik kendi kendini yıpratma sanatıdır” derken, bu olağanüstü çelişkilere gönderme yapar. Çözüm de bu çelişkinin dışındadır. Ne zaman ki öğretmen(lik), evrensel öz değerlerine döner, toplum da o vakit zulasına attığı saygıyı çıkarır ve sunar. Bu bölümde, öğretmenliği bu hale getiren sistemi tartışmadım, biline! Ayrıca bütün öğretmenleri de bu kör kalıbın içine almıyorum ki onurumuzdur onlar, bu da biline!

          Doğrusu ya, bunları öğretmenliğimde hep düşünüyorum. Neler yaptım? Sistemde tuğla mıydım, yol açıcı mı? Örnekler vereceğim ama konuya ‘özne’ olduğum için değil, birilerinin işine yarayacağı düşüncesiyle! Belki de içinizi ısıtırlar. Yıllar sonra iletişime geçenlerden ikisinin yazdıklarını aktaracağım. Bu paylaşımları dil kurallarına uygun düzenledim sadece. Okul ve öğrenci adlarını ise etik açıdan belirsiz kıldım. Anlattıkları öğretmen ben miydim yoksa düşlemlerinden mi yarattılar… bu gizemi böyle bırakarak sözü Mehtap’a verelim.

          “Dersimize girdiğinizde farkındalığı çok yüksek bir öğretmenle karşılaştığımı sezmiştim. Tarihe, psikolojiye, bilime ve güncel olaylara uzanan bir atmosferde dersler işleniyordu. Sorduğunuz sorular sınıfı dumura uğratıyordu. Ben bunlara okuduğum kitaplardan yorum yapıyordum ve bildiğim şeylere hakimdiniz. Yeni kitap önerileri veriyordunuz. Bunları okuduğumda her kitap beni farklı yere götürdü. İmam Hatip Lisesinde okurken orada gördüğüm bütün mantıksızlık bütün çağ dışılıkta inanılmaz yalnızlık çekiyordum. Benim sorgulamalarıma ışık tutmuştunuz. Bu ışık tutma öyle ki, şu an beni tanıyan kişiler bende beni ben yapan kişiyi görüyorlar. Üniversitede de felsefe hocamız Hasan Aydın bana uyanışımın kaynağını sordu. Sizi söyledim. Yani bende bir hocanın emeğini bakmasını bilen görebiliyor. Her dersinizde bize sorduğunuz sorular beni daha da meraklı hale getiriyordu. Sürekli araştırma yapmaya yöneltiyordu. Kitaplardan, filozoflardan verdiğiniz örnekler o kadar yerinde oluyordu ki yeni yeni sınırlar ve kıtalar oluşuyordu. Bu karmaşıklık gittikçe artsa bile artık çevremde olan kişilerin (dinci hocalarımızın) bizi ne kadar hayattan, dünyadan uzak, dogma öğretilerle dolu bir yaşama hazırladıklarını fark etmeme vesile oldu. Burada da sizin, toplumların nasıl yönetildiklerini anlatmanız bende her şeyi yerli yerine oturtuyordu. Yaşadığımız şeylerin aslında tarihin bir yansıması ve tekrarını nasıl bilinçsizlikle sorgulamadan gerçekleştirdiğimizi anlatıyordunuz. Bu konularda örnekler vermeniz bizi okumaya yöneltiyordu. Ders dışında nasıl bir yol izleyeceğimiz neler okuyacağımız konusunda birçok öneride bulunuyordunuz. Bulunduğum çağın çok ilerisinde öğretileriniz vardı. Her şey için çok teşekkür ederim. Ne yazsam az kalıyor.”

                  Zehra ise şunları yazıyor yıllar sonra: “Merhaba hocam! Aslında sizi yıllarca aradım denebilir. (sosyal medya uygulamaları yoktu o zamanlar. H.Ç) Sizin için hatırlamak istemeyeceğiniz bir yerdi Damar ama iyi ki de gelmişsiniz. Sayenizde hayata bakışım değişti. Bana bir kitap listesi yapıp vermiştiniz. Annem onları Ankara’dan getirtmişti. Dünya klasikleri, birkaç felsefe kitabı vardı. O yaşta bunları okumak benim için çok zordu. Beden eğitimi derslerinde (asker öğretmen olduğum zamanlarda, bir süreliğine beden eğitimi derslerini bana vermişlerdi. H.Ç) anlamadıklarıma açıklık getirirdiniz. Gitmeden bana kitaplar bırakmıştınız. Evinizin bir üst katındaydım. Emma Shaplin, Rodrigo ve Kitaro falan dinlerdiniz. Özellikle sabahları. Sayenizde sopranolarla tanıştım. Dağın başında kısıtlı da olsa dünyaya açıldım. Hayatın kıymetini anlamaya çalıştım. Sizden sonra hocalarım hep benim farklı düşündüğümü, dünyayı farklı algıladığımı ve böyle bir çocuk olursam toplumda kabul görmeyeceğimi söyleyip, neden tüm harçlığımı kitaplara veya dergilere verdiğimi sorarlardı. Anlamakta zorluk çekerlerdi. Sayenizde okulların katı sisteminden uzaklaşıp düşünmeyi öğrendim. Hiçbir zaman diğerleri gibi ders çalışmadım. Neyi öğrenmek istediysem onu öğrenmek için harcadım zamanımı. Düşünün ki bir dönem ders çalışmadığım için kitap okumam yasaklandı ve ben bir kitabı yedi kere okumak durumunda kaldım. Kitap almam ve kütüphaneye girmem yasaktı ve o dönem dedemin ansiklopedilerini okudum. Kitap yoksa onlar vardı. Ansiklopediler bambaşka bir dünyaya adım atmamı sağladı. Annemlerin, öğretmenlerimin cezaları da böylece işe yaradı. Şimdi KTÜ’de Zihinsel Engelliler Bölümü’ndeyim. Hala neyi öğrenmek istiyorsam ona harcıyorum zamanımı. Sizin beden dersinde herkes futbol oynarken bizim muhabbetlerimiz aklımda hala. Anlatacak çok şey var ama şimdilik yeter. Her gittiğim okulda sizi anlatıyorum bir öğretmenin bir kitabın bir çocuğun yaşamında neler değiştirebileceğini kanıtlamak için. Ve sizi bulamadığım için bu, teşekkür etmek gibiydi. Umarım siz de o eski günleriniz gibi hala hayattan zevk alarak yaşıyorsunuzdur ve keyfiniz yerindedir.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir