MANİFESTO
Ülkemizdeki dini, etnik ya da ideolojik bölünmüşlüğün düşünsel ve sanatsal yaratım üzerinde baskın denebilecek bir etkiye sahip olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Sosyolojik olarak ayrışmış, kutuplaşmış ve birbirine düşman edilmiş kesimlerin arasındaki süreğen kavga, fikri dünyamızı da olumsuz etkilemektedir. Medeni bir toplumda farklı fikirlerin olması, tartışılması hatta çatışması kadar doğal bir durum yoktur. Bizim ülkemizde ise fikirlerin çatışmasından ziyade kabile savaşını andıran sahneler yaşanmaktadır. Dinini, etnisitesini ya da ideolojisini kimlik haline getiren ve diğer gruplardan ayrışmak için farklılıklarını ön plana çıkaranlar, aslında kendini dinin ya da ideolojinin esiri haline getirmiş, küçük bir kabilenin sığ düşüncesine kendini sığdırmış kişilerdir. Sanatın amacı hiçbir zaman bir dini, ideolojiyi ya da bir etnisiteyi övme, yüceltme işi olmamıştır. Karşısındaki grubu karalamak ve kendi düşüncesinin propagandasını yapmak amacıyla sanatı vasıta kılanlar, ideolojisinin ya da dininin arkasına saklanmış silik kişilerdir.
Sanatın ve felsefenin doğal kurallarını reddedip belli kalıpların içinde sıkışmış, durmadan aynı şeyleri tekrarlamayı marifet sayan insanların sığlığı karşısında sıkılmayan var mı, bilemem. Aslında bunun doğal tezahürü olarak bu insanlar hayalden ve düşünceden muaf, kısır bir hale bürünmüşlerdir. Sanat ve felsefe ise sonsuz hayal ve düşünce demektir. Herhangi bir kalıbı, sınırlandırmayı kabul etmez. Kendi doğal yapısı içinde durmadan değişir ve evrilir. Özgür düşünemeyen, evrenselliği yakalayamayan, kendi yerel kültüründe boğulmuş kişilerin hayalleri de sıradanlaşmış ve bu kişiler farklı bir söz söyleyemez, yeni bir fikir çıkaramaz hale gelmişlerdir. Sonuç olarak başkalarını taklit etmeye mecbur kalmışlardır. Tıpkı Osmanlının divan edebiyatı gibi… İran edebiyatının bir taklidi olmaktan öteye geçemediği edebiyat tarihçileri tarafından yapılan bir saptamadır. Altı asır boyunca bir tek filozof çıkaramamış, bir intelijansiya oluşturamamış, akademi kuramamış Osmanlı; ne doğru düzgün bir romancı ne bir bestekar ne de bir ressam yetiştirebilmiştir. Geçmişinde var olan İran edebiyatını taklide girişmiştir. Yüzyıllarca Cemşid’ den, Hurşid’den, Zal oğlu Rüstem’den bahseden Osmanlı’nın unuttuğu şey ise bunların asıllarının İran edebiyatında çok daha iyi bir şekilde anlatıldığıdır. Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin hikayelerine divan edebiyatında çok sık rastlanır. Biri Arap, diğeri İran edebiyatının ürünüdür. Osmanlının ise kendine ait ve dünyaca ünlü bir aşk hikayesi yoktur. Çok geç olsa da yanlış yaptığını anlayınca mekteplerinden Farsçayı çıkarıp yerine Fransızcayı getirmiş, bu sefer de Batıyı taklit etmekten kurtulamamıştır. Kendi kahramanlarını yaratamamış, kendi destanını yazamamıştır. Felsefeden ve özgür düşünceden uzak bir sanat anlayışı Osmanlıyı kendi hikayesini dahi yazamayacak duruma getirmiştir. Dini ve ideolojik saiklerle evrensellikten imtina eden sanatçılar da aynı duruma düşecektir. Hikayesi olmayanlar yok olacaktır. Başkalarının hikayesini taklit edenler ise gelecekte var olamayacaklardır. Zamanın ve mekânın ötesinde eser bırakanlar ancak geleceğe kalacaktır.
Cervantes’i, Tolstoy’u, Beethoven’i, Nietzche’yi hangi dinin, hangi ideolojinin içine sığdırabilirsiniz. Cervantes’in yazdığı ve ilk roman örneği olan “Don Kihote” daki devlet, toplum ve dini kurumların eleştirisini bu ülkede tarafsızca kim yapabilir? Tolstoy’un romanlarındaki Hristiyanlık eleştirisini… Nietzche’nin ölüm tehditlerine karşı fikirlerinden dönmeyişi… Kim bu kadar cesur olabilir? Bugün Beethoven’in 9. Senfonisini dinleyen biri Hristiyan bir Alman’ın eserini dinlediğini mi düşünür; yoksa dahi bir sanatçının evrensel müziği olarak mı görür? Hangi ideoloji tüm zamanlara ve tüm insanlara seslenmek isteyen bir sanatçıyı tatmin edebilir? Kendi yerel düşüncesini yaşatmak pahasına felsefeden ve evrensellikten taviz verenler elbette ki hüsrana uğrayacaktır.
Devrimden bahsetmiyorsa sanattan saymayan, dini kurallara uymuyorsa kabul etmeyen, kendi yerel kavramlarını bulamayınca çılgına dönen insanlarla dolu bu ülke. Kahvehanede oturup sanatçı ve filozoflara küfredenler, kaygısızca içki içiyoruz çok moderniz diyenler, elit olmayı zengin olmakla karıştıran insanlar bıkmadan usanmadan her şeyi tartışma konusu haline getirmektedir. Aslında tartışmaktan kasıt sanatı ve felsefeyi kendi yerel anlayışına sığdırmaya çalışmaktan ileri geliyor. Felsefe ve sanatın ise tartışılacak bir tarafı yoktur; çünkü ne olduğu bellidir. Bu insanlar kendi aralarında bir horoz dövüşünü sürdürmekte kararlı görünüyor. Bir diğeri ötekine galip gelmek için hırçın, hoyrat bir savaş yürütüyor. Bu savaşı hiçbirinin kazanamayacağını ne zaman anlayacaklar? Bu anlamsız, kısır kavgayı sürdürenler Dünya’nın döndüğünün ve dönerken de her şeyi değiştirdiğinin farkına ne zaman varacaklar? Dünyanın temel dinamiği olan değişim en çok insanı kapsamaktadır. Duygular, algılar, zevkler, düşünüş ve hayatın kendisi değişirken bu insanlar kendi yerel düşüncesine saplanıp kalmışlar. Bu sığlıktan, can sıkıcı kavgadan kurtulmanın yolu bir kesimin düşüncesinin galip gelmesini sağlamak değildir. Bir üst kültür, bir uygarlık kültürü yaratmak kaçınılmazdır. Yerel olanın ulusal, ulusal olanın evrensele dönüşmesinden bahsediyorum. Aşık Veysel’in “Kara Toprak” eserinin Fazıl Say bestesiyle tüm insanlığa ait olması gibi… Herkesin kendini ait hissedebileceği seküler ve evrensel nitelikli bir üst kültür, bu saçma kavgayı sonlandıracak ve önümüzü açacaktır.