ALİ EKBER ATAŞ/GOT KAFALI

GOT KAFALI

[Kırk iki yıl önce kaybettiğim annemin sonsuz anısına]

Karacayik sürüleri bu akşam mahallemizi şölene çevirdiler. Yetmedi, penceremizin dibindeki ağaca konuk oldular. Cıvıltılar içinde sohbetlerini edip geldikleri gibi gittiler. 

Hasta yatağındaki annemi anımsadım.

On üç yaşındayım. Annem kanser illetinin pençesinde. Ben mahallede ne kadar çocuk varsa; hepsini evimizin önünde toplar, oyun oynardık. Karacayik (Sığırcık) sürüleri gibi bağırış çığırış içinde geliyor, evimizin sokağa bakan penceresinin önünde toplaşıp oyunumuza koyuluyorduk. Oysa annemin gürültüsüz, sessiz bir ortama ihtiyacı vardı. Ağrılarını dindirmek kolay olmuyordu. İğne ve ilaçların uyuşturucu etkisiyle belli bir süre uyuyabiliyordu; ama o da birkaç saati geçmiyordu. İlaçların etkisi geçince annemin acıları on misli artarak geri dönüyordu sanki. Yeniden inlemeler, dayanılmaz ağrıların, canhıraş feryadı…

Her geçen gün annemin yüzünde soluklaşan canlılığın yerini koyu sarımtırak, küflü bir sarı renk alıyordu. Derisinin suyu çekilmiş derler ya hani, öyle. Gözlerinin beyazına oturmuş bir ölüm sarısı. Gözaltlarında, annemin güzelliğine ayrı bir güzellik ve zarafet katan harelerin yerini bu kez hastalığın ağır seyretmesine bağlı aşırı kilo kaybetmesinden kaynaklı siyahi bir tonda, is karasını andıran koyuluklar almıştı.

Annem hastalığının bütün ağırlığına rağmen babam eve geldiğinde ben ve küçük kız kardeşlerimle ilgili uzun uzun konuşurdu. Kendi hastalığına, dayanılmaz ağrılara aldırmaz; eğer “o gün” gelirse kız kardeşlerimin durumlarının ne olacağını düşünürdü hep. Özellikle, her konuşma öncesinde ya da sonrasında;

“Bak İdris,” diye başlar, “kızlarımı sana emanet ediyorum. Oğlanlar büyüdüler artık. ‘Onnar’ kendi başlarının çaresine bakarlar. Ama kızlarıma gözün gibi bak. Ağabeyim oğullarından birini isterse eğer, sakın ha vermiyesen. Bu sana son ‘vasiyletim’” der, sıkı sıkı tembihlerdi.

Meraklanıp sorardım sonraları:

“Niye ki anne?”

Bana:

“Got kafalı oğlum, sen ‘annamazsın’. Büyüdüğünde baban sana anlatır.” der savuştururdu beni.  Kardeşlerimle ilgili konuşmaları bitince sıra bana gelirdi:

“Şu got kafalı oğlan yedi bitirdi beni İdiris (1) . Ben, şu pencerenin önünde oynama dedikçe o, bütün mahallenin çocuklarını it sürüleri gibi peşine takıp evin etrafında koşturup durdular. Ne uyku uyuyabildim ne ‘dinnenebildim’. N’olacak bu oğlanın halı, bilmiyorum.” diye benimle ilgili dert yanardı hep. Böylelikle gündüz yaptıklarımın kefaretini ödeme sırası bana gelirdi.

Çocuk aklı bu, laf dinler mi? 

Elbet dinlemez.

Babam ne kadar döverse dövsün, nasihat etsin, korkutsun, ben bildiğimden şaşmazdım. Söylenenler bir kulağımdan girip ötekinden çıkardı. Babam her zamanki öfkeli bakışlarını takınır, annemin yaramazlıklarım konusunda anlattıklarını duyunca kulağımdan tuttuğu gibi kapı dışarı… Evin alt yanında kışlık için baharda budanan söğüt dal yığınları içinden birini çeker, bana girişirdi. Tövbe ettirene kadar, yer misin yemez misin… İlk bir iki sopanın canımı yakmasının ardından, yediğim sopaların acısını hissetmezdim hiç. Çünkü bacaklarımın kalın etleri buna alışıktı ve uyuştuğunda acıyı hiç duymazdım.

Ertesi gün mü?

Aynı tas aynı hamam. Got kafalı ben, yine ne yapar eder, arkadaşlarımı oyun için evin önünde toplar, iki takım halinde, “GS-FB” maçları gırla giderdi.

Evimiz, kerpiçtendi. Kalın duvarları, yüksek tavanı, geniş pencereleriyle ferah bir evdi. Birkaç damın bitişik nizam ve iç içe odaların bulunduğu, ahır ve mereğin yer aldığı yığma yapılardan oluşan evimizin biri yolun üstünde tek oda bir sofası, diğer evimiz de yolun alt yanındaydı. Bu evimiz, genellikle misafirler içindi. Şehirden ya da bir başka köyden gelen akraba, dede ya da taliplerimiz (2) burada kalırlardı.

Annem bütün hastalığı süresince yolun altındaki bu evde kaldı.

Evin girişinde bir sofa, sofada küçük bir mutfak vardı. Bulaşık, el yüz yıkamak için bir çah (3), ana girişi karşılayan duvara paralel yatak, yorgan, kırlent, minder gibi eşyaların konulduğu yüklük… Karşı duvarda kap kacağın dizildiği terek… Her iki duvarın birleştiği, sokağa bakan yan duvara dayalı, sabit olarak yapılmış ve yemek yaparken oturup gelen konu komşuyla sohbet etmek için üstünde kilim, oturma minderleri, sırt yaslamak için kamış dolgu sert yastıkların dizildiği oturma yeri, maggat (4) tamamlardı.

Büyükçe bir odanın iki duvarını “L” şeklinde dolanan maggat ve üç duvarda, dış dünyayla bizi buluşturan gömme, büyük pencereler… Pencerelerde annemin en sevdiği çiçekler: Camgüzelleri, küpe çiçeği, begonyalar, sardunyalar…

Ortada el tezgâhında dokunmuş bir kilim… Girişin solunda, yola bakan pencerenin bulunduğu duvara dikine gelecek şekilde annemin yaylı demir karyolası… İki yastık, iki döşek üst üste… Başucundaki pencerenin içinde de iki camgüzeli, iki küpe çiçeği… Demiryoluna bakan karşı pencerede ise begonyalar, sardunyaları annemin… Mis gibi kokardı bu oda. Çiçeklere bakıp bakıp dalar giderdi. Uzaklara, çok uzaklara… Geri dönüşü olmayan bir yolculuktu sanki gözleri. 

Annemi kaybedeli kırk iki yıl oldu tam. Evlendim. Kimse benim evlenip çoluk çocuğa karışacağıma inanmazdı. Got kafalının biriydim çünkü. Yaramaz, haylazın teki. Şimdi bir oğlum var, bir kızım. Oğlum çoktan geçti beni. Kızım gençliğimin asi kişiliğinde annesine kök söktürüyor. Uyumlu ve sevecen, olgun kişiliğiyle oğlum, annesinin bir benzeri olarak herkesin gözdesi. Bir yanımız asi ve öfke, olgun ve sabır öteki yanımız.

Yirmi beş yıl boyunca evimizde bir türlü, camgüzeli, küpeçiçeği, sardunya ve begonyayı büyütemedik. Sevmedi beni bu çiçekler.

Annemi çok üzdüğümden midir, dersiniz.

Bu çiçekler de filler gibi yapılanı asla unutmazlar mı yoksa?

Küstüler, bana kırgınlar hep. Bu dört ayrı türden çiçeği yeniden evime getirmeye cesaretim yok artık. Çünkü ne vakit yetiştirmeye kalksam kurudular. Ben hep aynı acıyı yaşıyorum kuruyan her çiçeğin ardından. “Peki yine küser de kuruyup ölürlerse ” diye de…

Oysa annemin yatağının başucundaki penceresinde camgüzeli, küpeçiçeği hiç eksik olmadı. Demiryoluna bakan pencerede sardunya, doğuya bakan pencerelerde ise begonyaları pembe pembe gülüp durdular. Annem yaşadığı sürece çiçekleri hep açtı.

75’in martında son nefesini vermesinin ardından annemin çiçekleri de kısa sürede…

Hey gidi got kafalım, hey!..

Dipnotlar:

(1) Geleneksel yerel dil öğrenisinden kaynaklı Erzincan ağzıyla, ya sesli harf düşürülerek ya da eklenerek söylenirdi; annem de hep böyle söylerdi.

 (2) Alevi dedesi ve aynı ocağa bağlı olanlara talip denir.

(3-4) Gırtlaktan gelen bir sesle, dilin boğaza yakın bölümünün damağa değdirilmesiyle çıkan sesle söylenen iki yerel sözcük.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir