MELİH DİŞBUDAK/ BURUK TEBESSÜM

BURUK TEBESSÜM

Sıradan bir yaşam sürdüğüme dair şüphelerim vardı; hatta yaşamak kelimesiyle ne kadar doğru bir tanımlama yapılıyor emin değildim. Her sabah kalkıp matbaa dükkânına gidiyor, insanların saçma sapan yazılarla toplumu manipüle etmesine izin veriyordum. Çalıştığım yerdeki diğer işçilerin ne düşündüğünü bilemiyordum. Sanki birer makine gibiydiler. Önlerine gelen dosyaları özel kağıtlara yazıp makineye gönderiyorlardı, tek işleri buydu. Molalarda bir karton bardak kahve alıp sigaraya çıktığımda bile dosya işlemeye devam ediyorlardı. Kimse bana katılmıyordu. Bu durum beni etkilemiyordu ama onların gözlerine baktığımda derin bir boşluk görüyordum. Bir insanın ruhu bu kadar boş olamazdı.

Bu monoton düzenden sıyrılıp hayatta olduğumu hissetmek için hiç bilmediğim bir tren yolculuğuna atıldım. Trenin kapısından içeri adımımı atar atmaz oldukça sevimli bir kondüktör beni karşıladı. Kırklı yaşlarında; fakat cildi hala sıkı ve yüzündeki mütevazi bakışlarını yansıtan bir adamdı. Kareli gömleğimin üst cebinden çıkardığım biletimi uzattım ona. Bilet satın alırken gideceğim yeri sorduğunda bile bu kadar kibar davranmamıştı. Biletimi bir metal parçasıyla kestikten sonra  iyi yolculuklar diledi ve görevine devam etti.

Tren kalabalıktı, her türlü insan bir aradaydı: burjuvalar, işçiler, sanatçılar… Resmen dünyanın bir özeti gibiydi. Tabii ki görünmeyen kesimi hesaba katmıyorum. Burada daha birçok insan olması gerekiyordu; ama kader onların yüzüne gülmemişti. Açlıktan kokuşmuş ağızlar,  tacize uğrayan kadınlar, coğrafi nedenlerden ötürü zor koşullarda yaşayanlar…”

Trende yürümeye devam ederken hafif bir sallantı hissettim; sanırım rayların paslanmış olmasından kaynaklanıyordu bu durum. Biraz daha ilerledikten sonra kendime oturabileceğim dört kişilik bir yer buldum. Yan yana oturan bir adam ve bir kadın vardı, büyük ihtimalle evliydiler ve karşılarında küçük, sarışın bir çocuk oturuyordu. Adamın üstündeki paltosunun kalitesine bakarak muhtemelen fabrika sahibi olmalıydı. Kadın ise kendini kırmızılara bürümüştü. Kırmızı bir elbise, kırmızı eldivenler, kırmızı bir şapka; hatta dudaklarına sürdüğü ruj bile kırmızıydı. Müsaadelerini isteyerek karşılarına oturdum. Adam beni pek umursamayarak elinde tuttuğu ve magazin kadınlarının tahrik edici görselleri ile dolu gazetesini okumaya devam etti. Kadın ise önce bana toz pembe bir tebessüm etti; ardından yüzünü somurtup dudaklarına ruj sürmeye devam etti. Yanına oturduğum çocuk cam kenarındaydı. Yolculuğun tadını en güzel o çıkartıyordu. Biraz uzaklaşmak ve makineleşmiş insanlardan kaçmak istemiştim; ama bu pek mümkün gibi görünmüyordu. Yine de sakin bir köşe kapmayı başardığım için şükrediyordum. Çocuk pencereyi seyrederken bir süre sonra bana döndü. Meraklı gözlerle önce kıyafetlerime; ardından yüzüme baktı ve  sonra  çürümüş dişlerini göstererek benimle konuşmaya başladı.”

“Kimsin sen? Burada ne yapıyorsun?” diye meraklı gözlerle sorduğu için yanıtlamaya karar verdim.

“Ben sıradan bir adamım, genç adam. Bir yolculuğa çıktım, sonunun nereye varacağını bilemediğim bir yolculuğa…” dedim.

“Öyle mi? Neden kendi arabanla gitmiyorsun? Kendi araban yok mu? Babamın bir sürü arabası var.” diye sordu.

“Hayır, genç adam, arabam yok. Bu yüzden treni tercih ediyorum. Peki, siz neden trenle seyahat ediyorsunuz? Babanın pek çok arabası varmış.” diye sordum.

“Evet, var; fakat ben istedim diye trenle gidiyoruz.” dedi.

“Demek öyle, anlıyorum genç adam.” dedim.”

Bu sohbetin ardından küçük çocuk tekrar tren penceresine dönerek büyülü yolculuğunun tadını çıkarmaya başladı. Etraf sessizliğe bürünmüştü. Adam gazetesinin sayfalarını tek tek çeviriyor, gözlerine şölen yaşatıyordu. Rujunu süren kadın ise işini bitirmiş, öylesine etrafı seyrediyordu. Bir süre sonra kadın bana döndü, gözleriyle bedenimi süzdü; ardından yavaşça dudaklarını ısırarak gözlerimin içine baktı. Ne yaptığını fark etmiştim; ama aptal rolü yapmak istiyordum. O, eşi ve çocuğu olan bir kadındı. Isırdığı dudaklarını aralayarak benimle konuşmaya başladı.

“Merhaba bayım. Yolculuğunuz nereye? Böylesine yakışıklı bir adam nereye gidiyor?”

Kendi eşinin yanında bu sözleri nasıl söylediğini hala anlamış değildim. Yakışıklı birisi değildim; tam tersine güçsüz bir bedene sahiptim ve kadınlar benimle ilgilenmezdi.

“Sonunu bilmediğim bir yolculuğa çıkıyorum, hanımefendi!” dedim soğuk bir tonla.

“Ah, demek öyle, ne hoş. Bazen insanın ihtiyacı olur böylesi yolculuklara, yeniliklere, yeni insanlara…”

Başımı sallayarak onay verdim. O kadının şeytani işlerine bulaşmayacaktım. Mutlu olmasalar bile bir evlatları vardı ve bunu bozacak değildim.

Etraf tekrardan suskunluğa bürünmüştü. Yanımda oyalanacak hiçbir şey bulunmuyordu. Bu yüzden kalkıp biraz dolaşmak istedim; belki de gidip bir şeyler yemeliydim, aç olmasam bile. Ağır bir şekilde ayağa kalkarak trenin mutfak bölümüne doğru yola koyuldum. Mutfak vagonuna girince uzun bir tezgâh insanları karşılıyordu. Hemen önüne ise iskemleler yerleştirilmişti. Yemek yiyen birkaç kişinin arasına katıldım. Oturduğumu gören aşçı ne arzuladığımı sormadan önüme bir tabak lapa koymuştu; yanında ise birkaç baharat ve lekeli bir kaşık. Pek ses etmedim, önüme konmuş lapayı biraz karıştırdıktan sonra yemeye başladım. Tadı kötü değildi, tam tersine güzel bir yemekti; sadece görünüşüne bakarak yargılanıyordu.

Önüme konmuş lapamı kaşıklarken çok geçmeden vagon kapısı aralandı ve içeriye sohbet ettiğim kadın girdi. Biraz etrafa baktıktan sonra yanıma oturdu. Umursamayıp yemeğimi yemeye devam etme kararı aldım. Aşçı, kadına ne istediğini sordu. Kadın ise hafif, alkolsüz bir kokteyl istediğini söyledi. Domuzu andıran aşçı hemen gidip kokteyli hazırlamaya başladı; sonrasında kadın bana doğru dönerek sözlerine devam etti.

“Ah, tekrardan merhaba. Yine karşılaşıyoruz; yoksa bu kaderin bir oyunu mu? Sahte bir gülümsemeyle bu sözcükleri fısıldadı.

O an içimden ‘Hayır, aslında siz sadece kocanızı aldatmak istiyorsunuz ya da sıkıldınız ve sıradan bir adamın hayatını karartmak istiyorsunuz.’ demek geçti ve ilk olanın gerçekleşmesi daha muhtemeldi.

“Evet, ne büyük tesadüf değil mi?” dedim.

“Neden bu köylülerin yemeğini yiyorsunuz; yoksa aşçı size adil davranmadı mı?”

“Hayır, aslında aşçı dış görünüşüme bakarak bir kanıya vardı. Her daim yapılan bir şeydir bu. Bu yüzden önemli değil. Hem tadı fena değil, tatmak ister misiniz?” dedim. Sinirleri bozuldu kadının. Önümde duran lapaya bakarak tiksinti duydu, ardından hiç yaşanmamış gibi davrandı.

“Eh, almayayım ben, teşekkür ederim.”

Sohbet ederken aşçının hazırladığı kokteyl gelmişti. Kadın, kokteyldeki kürdan saplarına geçirilmiş yeşil zeytinleri aldı ve zarif parmaklarıyla dudaklarının arasına koydu. Zeytinden akan kokteyl damlaları, kadının dudaklarından süzülerek boynuna akıyordu. Bu görüntü karşısında kafamı tekrar yemeğime çevirdim. Bir süre sessiz ve sakin kalabilmeyi bir şekilde başarabilmiştim. Yanımdaki kadın ise soğukluğumu fark ederek bir süre benden uzaklaştı ve içkisinin tadını çıkarttı.  Fakat sonra kadın, içkisini bitirdikten sonra parmaklarını sırtımda gezdirmeye başladı. Ardından bana iyice yanaşarak kulaklarıma şu sözleri fısıldadı.

“Benimle birlikte olmak istemez misin, genç adam? Bakın, burada tam yanınızda sizinle olmak için yanıp tutuşuyorum. Bu arzumdan beni kimse vazgeçiremez.” dedi ve ardından tekrar masaya doğru yaslandı. Bu yaptığı bardağı taşıran son damlaydı, ona doğru öfkeli bir şekilde dönerek.

“Bakın hanımefendi. Ben sizin günah keçiniz değilim. Kocanızın sizi aldattığını sindiremiyorsunuz, yanınızda müstehcen içeriklere bakmasına katlanamıyorsunuz ve muhtemelen sizi önemsemiyor bile, aldırış etmiyor ve asıl gerçek bunlar da değil. Sizi mahveden gerçek, sizinle çocuk için evlenmesi. Fabrikayı bırakacağı bir varisi olmalıydı ve evlenmek zorundaydı, sizi seçti. Siz ise gençliğinizin baharında aşkın büyüsüne kapılmış, gerçek sevdiceğinizi arıyordunuz; fakat karşınıza böyle bir insan çıktı ve hayatınızı mahvetti. O insanın günahlarını ben temizleyemem, üzgünüm. Kendinize başka kuklalar arayın.”

Kadın bu sözcüklerimi işittikten sonra göz yaşlarını tutamadı ve tekrar ailesinin yanına dönmek için vagondan ayrıldı. Yediğim lapanın parasını tabağın yanına bırakarak ayağa kalktım. Tam gidecektim ki aşçı beni durdurdu. “Bu içkinin parasını birisi ödemeliydi. Ne saçmalıyorsun sen adam!” diyerek çıkıştım; fakat aşçı kararlıydı. Arkamda aniden beliren yaşlı bir adam, kolumdan tutan aşçının eline bastonuyla sertçe vurdu ve parasını ödeyeceğini söyleyerek sakinleşmesini istedi. Yaşlı adam içkinin parasını ödedikten sonra onu takip etmemi söyledi.

Yemek vagonundan çıkarak yaşlı adamın oturduğu bölüme gittim. Hemen o sahte ailenin arkasında oturuyordu. Adamın karşısına oturdum ve karşılıklı kahve eşliğinde sohbet etmeye başladık. O, bana yaşantısının ne kadar trajik olduğunu ve her şeye rağmen huzura eriştiğini anlattı. Ben ise hayatın yalanlarından bıktığımı ve insanların yapmacık tavırlarına dayanamadığımdan bahsettim. Adam başını eğerek onayladı ve tebessüm etti. Ardından oturduğu koltuğa uzanarak rahat bir uykuya daldı, ben ise cam kenarından dışarıyı seyrettim.

Dışarıyı seyrederken içim geçmişti. Uyanınca gömleğimin cebine yerleştirilmiş bir gazete parçası buldum. Merakıma yenik düşerek buruşturulmuş kâğıt parçasını alarak açıp okumaya başladım.

“Merhaba bayım. Biliyorsunuz, kötü bir başlangıç yaptık ve bunu istemezdim. Ben Mathilda ve bana yemek vagonunda değindiğiniz gibi gerçekleşti her şey. Sahte bir aileye sahibim ve gençliğim elimden alındı. Sadece o çocuk için benimle birlikte oldu. Her neyse, muhtemelen benden nefret ediyorsunuzdur, fakat bir umut ben sizi bu tren yolculuğunun sonunda bekleyeceğim. Bu sahte evlilikten kurtulup sizinle yeni bir hayat kurmak istiyorum. Çünkü benim arzuladığım şaşalı şeyler değildir. Küçük bir ev, ortalama bir gelir, sevgi ve saygı kokan bir yuva. Ben sizinle kuru ekmek kemirmeye bile razıyım, çünkü sizin içinizdeki saf sevgiyi hissettim. Yapmak zorunda değilsiniz, biliyorum, fakat ben sizi bekleyeceğim.”

Sevgilerimle, Mathilda.

Bu satırları okuduğumda ne diyeceğimi bilemedim. Böyle bir işe kalkışmalı mıydım, emin değildim, fakat onunla aynı yolun yolcusuyduk ve aynı yaraları almıştık. Bu cümleleri okuduktan sonra kendimi o kadına yakın hissettim, acısını  anlayabiliyordum. Çok geçmeden tren varacağı noktaya ulaştı ve herkes trenden bir bir inmeye başladı. Yaşlı adama kalkmasında yardım ederek  trenden indirdim, ben ise bilmediğim bir yerdeydim. Ve ardından aniden yanımda Mathilda ‘yı buldum, koluma girmiş, şişmiş gözlerle bana içtenlikle tebessüm ediyordu. Sanırım bu sefer Tanrı yüzüme gülmüştü. Bilmediğim bir şehir, tanımadığım bir kadın ve yeni maskeler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir