MAKAS
Karanlık günlerden sonra panjuru açtığımda günlerdir özlemle beklediğim güneşe sarılmak yerine ona arkamı döndüm. Sırt ağrılarımın olduğu günlerden biriydi. Ayak ağrılarım nedeniyle bıraktığım işimden sonra kendime yarattığım yeni iş hayatımda şimdide sırt ve boyun ağrıları yaşıyordum. Nedense sırt ağrılarımı ve nedenlerini seviyordum. Nedeni; kitap okumak, resim yapmak, günlük tutmak ve bazen haftalarca hiçbir şey yapmamamdı. Yaşadığımız inanılmaz günlerin sonunda kendimizi eve kapatmak zorunda kalmıştık. Barış dinginliğimden, tembelliğimden evde olmamdan mutluydu. Çalıştığım günlerdeki o gergin kadının yerine eve başka bir kadın gelmiş gibi hissettiğini söyleyip ‘çok değiştin’ den başka bir şey söylemiyordu. Benim yazmalarım bitmediği için kendi yaptığı şarabını içerken beni izliyor ve saçların diyordu özlemle. Evet, saçlarımı kestirmiştim. Barış istemeye istemeye kesmişti saçlarımı. Anlayışlı ama üzgün bir hali vardı, elini kafama değdirip kafamı bir oğlan çocuğunu okşar gibi okşayıp ‘seni rahatsız etmeyeyim’ diyerek şömine başında oturup uzun saatler ateşi izliyordu. Hayatımız değişmişti, benim farklı onun farklı yoğunlukları olmuştu. Eski köleliğimizin yerine kendi isteğimizle kendi istediğimiz bir şeylerin kölesi olmuştuk ama olsun; mutlu ve huzurluyduk.
Evet, değişmiştim; ilk tanıdığı uzun saçlı kadın değildim artık. Yıllardır aslında aynıydım ve aynı şeyleri yapıyordum. Değişenler; makyaj yapmıyordum, pijamalarımdan başka bir şey giymiyordum. Tek bir ayakkabıyla kışı, tek bir terlikle de yazı geçiriyordum. Kendimi rahat ve huzurlu hissediyordum. İyice içime kapanmıştım. Bedenime ve dış dünyaya ilgim azalmış, devamlı düşünüyordum. İnsan işi bırakınca kıyafete de ihtiyaç duymuyormuş. On kadını gömecek kıyafetim varmış. Modacılar, kefenci; kıyafetler de parayla satın aldığım kefenlermiş. Yıllarca bunlar için çalışmışım.
Sırtıma vuran sıcak kış güneşinin mayıştırmasıyla yıllardır özlemini çektiğim çocukluk uykularıma da kavuşmuştum. Her öğlen yemekten sonra uyumak için battaniyemi alıp kendimi koltuğa atıyordum. Şekerleme vaktimde çocuklar gibi komik sesler çıkartıp evime olan özlemimi giderirken kimi zaman yüksek sesle sevinçli bir ‘ay’ bazen de iş hayatımda kendimi gönüllü esir etmişliğime sitemim olan bol nefesli, kalın, kallavi bir ‘ah’ çıkıveriyordu ağzımdan. Kendimi bağırarak koltuğa attığım bir gün, Barış koşarak yanıma gelip bana ne olduğunu sorduğunda cevabım ‘rahat battı canım’ olmuştu. Barış ‘bakalım ne zaman alışacaksın bu rahat batmalarına’ deyip ağzında şaşkın bir yarı gülümsemeyle suratıma bakıp gitti. Son zamanlarda Barış’ın garip bakışları sıklaşmıştı. Henüz tam farkında değildim fakat hissediyordum; hatta korkuyordum bu rahat bir gün gerçekten batacak mı, bu şekilde idare edebildiğimiz hayatımız hep böyle mutlu devam edecek mi diye?
Çok sevdiğim dostum Serap Teğmen’in ‘Son Yüzleşme’ adlı kitabını elimden bırakmak istemesem de güneş beni sırtımdan vurmuştu. Gözlerim bir anda kapanıverdi. Rüya görüyordum, uyurken bile rüyamı sorguluyordum. Neden şimdi Barış’ı görüyordum; zaten her gün gördüğüm tek kişi oydu. Aslında o güzel günleri rüyamda görmeye tahammül edemiyordum, o günleri özlüyordum. Son zamanlarda kendimle kalmaya öyle alışmıştım ki Barış’a yapabileceği yeni işler icat ediyordum. Odun toplaması, dağa gidip çilek toplaması, bal yemeyi özlediğim için arı kovanı yapmasını dahi istedim. Elinden her iş geldiği için yapıyordu ki yaşayabilmek için yapacak başka bir şeyimiz de kalmamıştı yıllar içinde.
Rüyamda ilk tanıştığımız günü görüyordum. Yeni aldığım teknem, küçük Athena’mla ilk seyrimdi. 2020’nin son günü güzel akıllarda kalsın istemiştim. Tekne komşularımı henüz tanımıyordum tek tanıdığım çocukluk arkadaşım Hikmet’ti. İskeleye yaklaştığımda yan tekneden bir adam teknenin acemisi olduğumu biliyormuş gibi bize yardım etti. Şaşkın bakışlı adamı ilk o gün görmüştüm. Bende de biraz şaşkınlık vardı ama benim ki doğuştandır. Sonradan anlayacaktım onun şaşkınlığının da doğuştan olduğunu. Uyandığım da o günü düşünmeye başladım. Deniz açık mavi, hafif kıvrımlı, saten bir örtünün kıvrımlarının açılması gibi açılıyordu yol aldıkça. Mavi saten kıvrımları sonsuza doğru açılan kuyruklu mavi bir elbise giymiş gibiydi tekne. Aralık ayında dingin, ılık alışılmadık rüya gibi bir gün yaşamıştık ve iskeleye yanaştığımda halatımı alan o yabancının hayatımı da alacağından habersizdim. Adamın ismi Barış’tı benim gibi işini bırakmış, sistem çarkının içinden ezilerek çıkanlardan birisiydi. Ortak noktamız yeni başlayan hayatımızdı. Ben biraz daha önce çıkmıştım o çarktan, onun henüz ilk senesiydi. İşsizdik fakat yine de çok meşguldük ve biz yeni tanışmış olmamıza rağmen uğraşacağımız yeni ortak bir uğraş bulmuştuk bile. Bu uğraşımız deniz ve teknelerimizdi. Deniz bizi tanıştırıp yakınlaştırmıştı. Genelde denizin sevenleri ayırdığı söylenir ama bizde tersi oldu. Ben güzel sanatlar okumuş zarif görünümlü narin bir kadınken ekonominin kötüye gitmesiyle yıllarca denizde çalışmış olduğumdan erkeksi hobiler edinmiştim. Barış babasının ona yakıştırdığı mesleği yıllarca istemeden yapmış zarif bir elektrik teknisyeniydi. Bu nedenle birbirimizi iyi anlıyorduk. İlk senelerimiz teknelerimizde, balıkta, sahilde gün batımında sevgi dolu geçiyordu. Barış’ın elleri saçlarımdan, dudakları dudaklarımdan hiç ayrılmıyordu. O kıymetli zamanlarda yapışık ikiz gibiydik. Yıllarca tensel uyumu aradıktan sonra olgunluğumun başlamasıyla artık hem tensel hem de tinsel bir sevgili hayal ediyordum, imkânsız olduğunu düşünsem de. Barış tam da hayallerimdeki gibi bir adamdı. Bulmuştum hayatımın aşkını ve adamını.
Yıllar ikimizin de hayallerinin peşinde koşması neticesinde ben evde yeni yazmakta olduğum romanıma kendimi kaptırmış iyice erkekleşirken Barış, dağda mantar toplayarak, tarlayı çapalayarak, domuzların ahırını temizleyerek geçiriyordu günlerini. Küçük bir sebze bahçemiz, meyve ağaçlarımız, birkaç tavuğumuz ve domuzlarımız vardı. Her şey çok pahalıydı. Diğer hayvanları ne satın alabiliyorduk ne de besleyebiliyorduk. Alsak da zaten ya kayboluyorlardı ya da çalınıyorlardı ama domuzlarımızı çalmaya kimse tenezzül etmiyordu. Domuzlar da artık evcilleşmişti. Dağ yürüyüşüne gittiğim bir gün yavruların da olduğu domuz sürüsüyle karşılaştığımda korkuyla donakalmış, bir taşın yanına çömelmiş, hareketsiz ne olacağını bekliyordum. Taş kesilmek dedikleri deyimini yaşıyordum. Yavru domuz yanıma yaklaştı mantar sepetini ve ekmek çıkınımı kokladı, galiba açlardı. Dağ taş ev olmuştu onların da yiyecek yemekleri, gezecek ortamları azalmıştı. Geçtiğimiz senelerde onlar da hazır yemeğe alışmışlardı. Bolluk zamanlarında çöpe attığımız yemeklerin kokusuyla sokaklara inmişlerdi veya biz onlara çıkmıştık. Mantar sepetimi burnuyla dağıtan yavru domuza ekmeğimi de verdim. Hepsini yediler ve yemek bitince beni bırakıp gittiler. Daha sonraki gezilerimde yanıma daha çok yiyecek aldım. Artık domuzlarla arkadaş olmuştum. Barış’a domuzları anlattığımda şaşkın şaşkın bana bakıyor; sanki artık iyice delirdiğimi düşündüğünü hissediyordum. Her geçen gün daha da yakınlaştığım domuzlarım beni takip eder olmuşlardı. Eve benimle geldikleri o gün korkudan ve şaşkınlıktan elinde küreği ile kalakalmıştı Barış. Ağzından fısıltıyla ‘Sevgi çabuk içeri gir arkanda domuzlar var’ diyebilmişti.
Barış’a fikrimi anlattım ‘sığır hırsızlarının itibar etmediği tek hayvan domuzlar hem de para ödememize gerek yok. Sen de ben de yıllarca yurt dışında domuz yemedik mi, yedik. Neden onları evcilleştirmiyoruz? Bak, et alamıyoruz! Sen bir düşün yaparım dersen onları beslemek taraftarıyım. Hem dinimiz gereği kimse domuzlarımıza dokunmaz, derken Barış: ‘Sevgi yine bir yol buldun kendince, hayatta kalma güdün ve yaşam sevgine hayranım, tamam deneyelim’ dediğinde coşkuyla boynuna sarılıp ‘seni seviyorum Barış’ diye haykırdım. Barış ‘ben de seni çok seviyorum Sevgi’ diyerek uzamaya başlayan saçlarımı okşadı, öptü, kokladı. Eski günlerdeki gibi hissediyordum; galiba kitabımın bitmiş olmasıyla kendime gelmeye başlamıştım. Kitap bitti ama kitabımı bastıramıyorum, kâğıt çok pahalandı. İnternetten paylaşıyorum kitaplarımı. Belki de iyi oluyordu, geçmişte ormanlarımız yakılmış ağaçlarımız kesilmişti. Şimdi tatil köyleri kimsesiz kalmış, çoğu insan baraka veya karavanlarda yaşamaya başlamış, inşaat sektörü de haliyle yavaşlamıştı. Boya alamadığım için yazıyor, resim hevesimi de çamurdan yaptığım küçük tabletlere bir şeyler çizerek tatmin ediyordum. Organik boyalar yapmaya başlamıştım. Üniversitede seramik kimyası okuduğumdan tuvale resim yapamasam da dağa taşa resim yapıyordum. Evimize yakın olan dik kayalıkların olduğu tepeye kuş konmaz toplamaya gittiğimde eski mezar kalıntılarının üzerindeki kabartmalardan ilham alıp yaşadıklarımızı resmetmeye başladım taşlara. Yıllar sonrasına kalır mı düşüncesiyle yazı değil anlaşılabilir olacağını düşündüğüm için yaşadığımız hayatımızı resmediyordum. Belki de geçmişte mağara resimleri yapan insanlar düşündüğümüz gibi ilkel değillerdi belki de onlar da bizim gibi bolluktan yokluğa sürüklenmiş insanlardı ve yazı yerine anlaşılır olsun diye resim yapmışlardı, kim bilir.
Barış hatırlıyor musun “Suç ve Ceza” da Raskolnikov’un hapishanede gördüğü rüyayı? Bugüne kadar yaşadıklarımızı anlatıyor. ‘Hangi rüya Sevgi?’ ‘Şimdi bulacağım kütüphanede kitabı. Bulup sayfaları karıştırırken Barış ‘Boş ver, arama boşuna! 700 sayfalık kitap nereden bulacaksın? Bırak gel yanıma’ dese de ben bulacağımdan emindim çok iyi hatırlıyordum sonlara doğruydu. Buldum diye bağırınca Barış şaşkın gözlerle kafasını kaldırdı ve sıkılgan bir sesle ‘bu saatte kitap okuyacağız galiba’ dedi. ‘Evet, sayfa 682’ diyerek okumaya başladım. Barış ‘Tarih tekerrürden ibaret canım, bulunan 45 bin yıllık kavalı hatırlasana, yaşadıklarımıza baksana, on beş sene önce modern çağdaydık şimdi neredeyse mağara adamına döndük ’Barış bir şarap da bana koyup dudaklarımı öperek beni susturdu.
Bizim gibi yaşamaya çalışan insanlar gün geçtikçe çoğalıyordu. Çevre tarlalarda bizim gibi şehirden kaçan arkadaşlarımızın bacaları tütüyordu yalnız değildik. İhtiyacımız olan besini birbirimizle değiştirerek sofralarımızı çeşitlendiriyorduk. Zamanla domuz yetiştirdiğimiz ve yediğimiz çevre köylere yayılmıştı; adeta bize pislik veya cani gibi bakıyordu bazı insanlar. Bazıları da merakla domuzlar hakkında sorular soruyordu. Yemek yaptığım zamanlar kokusunu duyup gelenler yemeğimin tadına bakmak istiyorlardı. Sonunda dinin dayattıklarını kıtlık yıkıyordu.
Korona salgınından sonra geçen on beş senenin sonunda hayatımız hızla değişmişti bizde bu değişime ayak uydurmaya çalışıyorduk. Olduğumuz yere toprağa çakılmıştık, denize gidemiyorduk arabalarımızı ve teknelerimizi satmıştık, bir depo benzin ve mazot alabilmek için bir aylık maaşımıza yakın bir para ödememiz gerekiyordu, elektrikli araçların aküsüne ve elektriğe verecek paramız yoktu. Sonunda tarafımızı seçmiş, özümüze dönmüştük.
TARAF
Deniz mi kara mı? Tarafını seçeceksin.
Birisinin özlemini içinde hep yeşerteceksin.
Nereye gömüleceğini asla bilmeyeceksin.
En sevdiğini kendinden bile sakınarak, onu özlemeyi seçeceksin.
Kendini mavilere ait hissetsen de,
Mavi özlemi içinde yeşiller içinde toprağa gömülüp gideceksin.
Bodrum 2035
Banyo yaptığım o gün yıllar sonra ilk defa saç kurutma makinasına ihtiyacım olmuştu. Yıllardır kullanmadığım makinem yoktu. Islak saçlarımı şöminenin başında kuruttum. Barışın bazı günler eve çok geç geldiğinin yeni farkına varıyordum. Nerede bu adam? Bazı akşamlar eve döndüğünde değişik meyveler, sebzeler, yiyeceklerle geliyordu. Peki bunları nasıl alıyordu? Nereden, kimden buluyordu? Hep de arkadaşları hediye ediyordu. İnsanlar paylaşmayı unutmuşken bu insanlarda kimdi, böyle cömert ve iyi kalpli olan?
Evde huzurumuz kaçmaya başlamıştı. Kıyafetinde bulduğum uzun bir saç teli ve fön fırçamdaki uzun saçlar beni artık iyice paranoyak yapmıştı. Saç kurutma makinem nerede, diye sorduğumda bozulduğunu tamire götürdüğünü söylemişti. İkinci defa kurutma makinem ve saç fırçamın kaybolmasından sonra artık Barış’ın peşine düşmeye karar verdim. Ertesi gün evden çıktığında onu takip ettim. Bir eve girdi, çıkarken bir adam elini sıktı ve bir torba verdi. Daha sonraki gün Seherlerin evine girdi. Seher her zamanki gibi bakımlı, saçları fönlü; eşi Ayhan da pırıl pırıl Barış’ın eline yine bir şeyler tutuşturarak uğurladılar. Anlayamıyorum! Konuşmalıydım, sormalıydım neler oluyordu?
Eve ondan önce dönmek için iki kilometre yolu koşarak geldim. Eski günlerim aklıma geldi. Şimdi iki kilometre yolu koşamıyordum. On beş sene önce spora gittiğim günlerde hiç yorulmadan minimum beş kilometre koşardım. Hem yaşlanmıştım hem de hamlamıştım. Terli kıyafetlerimi çıkarttım, saçımı kurutmak için saç kurutma makinesini aradım, yine yoktu. Heyecanla Barış’ı beklemeye başladım. Yarım saat sonra elinde bir şişeyle geldi, mutluydu. Komşusu ona yaptığı kanyaktan hediye etmişti. Evet, tam zamanıydı! Kanyakla başlayıp saç kurutma makinesi, uzun saçlar ve kaybolan fırçalarımı sorduğumda yüzü kızararak ‘anlatacağım ama bana inanmayacağından eminim’ diyebildi. Artık elli yaşlarındaydık. Son on beş senede o kadar garip şeyler yaşadık ki artık inanamayacağım ne olabilir Barış, dedim. Barış; gergin, mahçup, ne diyeceğini bilemiyordu. Artık aldatıldığımdan emin bir şekilde ‘beni aldatıyor musun’ diye soruverdim. ‘Hayır, seni hiç aldatmadım Sevgi, yıllarca bir tek kendimi aldattım ben’ diyerek anlatmaya başladı. Babasının kuaför olduğunu biliyordum, tatillerde babasına çıraklık yaptığını da. Babası onun hep mühendis olmasını istemiş, kuaför olmaması için elinden geleni yapmış ama Barışa hiç sormamış oğlum sen ne istiyorsun, diye. Barış ‘Sevgi saçlar, saçlarla oynamayı çok seviyorum, hatırlasana elim devamlı saçlarındaydı. Seni kucağıma yatırıp saçlarını saatlerce okşardım, saçlarını ben kuruturdum ve en sonunda da saçlarını ben kestim ki istemeyerek. En zoru sevdiğim kadının saçlarını kısacık kesmekti. Bana makası sormuyorsun, nerede makasımız bilmiyorsun. Saçlarını kesmeye dayanamadığım için makası bahçeye gömdüm. Makas kaybolduktan sonra saçların uzamaya başladı, farkında mısın? Sen beni evden kendinden uzaklaştırdığın zamanlarda arkadaşlarıma gittiğim günlerde yeni bir uğraş bulmuştum, çocukluğumdan beri yapmak istediğim ama yapamadığım bir uğraş, ellerim senin saçlarında mutluydu oysaki! Her şeyin pahalandığı şu zamanda ilk Ayhan’ı tıraş ettim sonra karısı ve devamı geldi.’
Barış’ın anlattıkları mantıklıydı. Evet, kendisinde bir saç fetişi olduğunu düşüneceğimden utandığını itiraf ederken kafam karışmıştı ve kıskançlığın, merakın, bilinmezliğin yerine bir ferahlama hatta gülme isteği gelmişti ama yapmadım. Ona sarıldım, öptüm sonra kendime baktım ve Barış’a: Bendeki erkeksi davranışlarımı sen severken benim neden seni kabullenemeyeceğimi düşündün? Toplum kadının erkeksi olmasını normal karşılarken bir erkeğin kadınsı davranışlarının olması neden bu kadar garipseniyor? Hüseyin Rahmi Gürpınar da kazak örüp turşu kurarmış. İlk buluştuğumuzda bana ilk hediyeni hatırlasana: Bir kavanoz turşu. İkinci hediyen de tarhana değil miydi?’ Seni seviyorum Barış. Söz saçlarımı bir daha kes demeyeceğim. Sevgi ve Barış hayatın bütün bu zorluklarına rağmen yaşadıkları güzel dünyalarında son nefeslerine kadar SEVGİ ve BARIŞLA birlikte yaşamaya o gün tekrar yemin ettiler.